24 Şubat 2016 Çarşamba

Yarım Bırakanın Pespayeliği

Artık komik değil, gülümsetmiyor bile. Bu bloga da adını vermiş olan yarım bırakma hali artık acıtıyor. Kinayeli bir blog ismi olarak bulduğumda ve biraz şakalaştırdığımda ben de daha gençtim tabi. O zamandan bu zamana bir olgu olarak ağırlaştı mı yarım bırakmak, yoksa asıl anlamını şimdi mi görüyorum benden alıp götürdüklerine bakarak. Soyutlamaları bırakıp olanı biteni anlatarak, örnekler vererek sizinle veya okuyacak her hangi biriyle paylaşmak isterdim. Ama ne buna gücüm ne de sizinle paylaşma fikrinin bana vereceği her hangi bir tatmine dair beklentim var. Sadece bu bloga gelmek istedim ve bir şeyler yazmak istedim. Çünkü ironik de olsa devam ettiğim bir şey olması, en azından öyküyü bir arada tutan bir tema olmasını istedim. Hep böyle midir? Herkesin hayatı birbiriyle iletişimi olmayan parçalardan mı oluşuyor? O zaman hepimizin birbirimize verecek tesellisi olması gerekirdi sanki.

Üniversite bitti canım. Blog kafasına dönecek olursam, şu anki hayatımın kirli çamaşır sepeti gibi olduğunu söyleyebilirim. Saçma benzetmelere ve aklıma gelen her türlü saçmalığa ket vurmaya başladığımdan beri hiç bir şey iyiye gitmedi. Çünkü, orijinal benliğime bağlı kalaraktan, insanlar hakkındaki ahlaki duruşuma karşı dürüst davranarak büyüme şansımı elimin tersiyle ittim. Sahnelere uymaya, karakterlerle paslaşmaya çalışırken koca bir tanker gibi geçip gittim şu hayatımın 5 senesinden. Saçmalamaya başladım işte. Bu biraz rahatlatıyor. Hiç bir zaman mantıklıyı oynamamalıyım. 3 hafta gibi bir ciddiyet sürem olduğu kanısına vardım. Örneğin okulun 3. haftası ve ben ciddiyet ve dikkatimden kaybetmeye başladım bile.

Ne diyorduk, yarım bırakmak. Yarım bırakmak bok gibi bir şey. Şakası yok. Hem de hiç. Yarım bıraktığın şeyler bir araya gelince bir anlam çıkmıyor. Öyle bir şey yokmuş. Bunun adı yüzeysellik ve bundan da ötesi var. Yanlış bir stratejiyle uzun süre oynadığın için elinde başka her hangi bir stratejide kazanabilecek kartlar da kalmıyor. Birbiriyle anlam bütünü oluşturamayan kartlar seni başarılı hamlelere de götüremiyor tabi. Sen de dünyaya göre oynamaya devam ediyorsun. Stratejini değiştirmek eline gelecek yeni kartlara bağlı gibi geliyor. Aptalca işini şansa bırakıyorsun. Bir şey olsa bir yerden düzelse diyorsun. Dua bile etmek istiyorsun. Acaba düzelir mi? Bir yerinden tutunsam diyorsun. Bir şey olsa ve onu işaret olarak alıp oradan yürüsem. Ama şans üzerine düşünülmemesi gerekir. Tehlikeli. Korkakça. Çaresiz bir de. Yarım bırakacağın şeylere başlamamaya karar versen de başlıyorsun. Her şeyin başı muhteşem. Kısa bir süre sonra zor. Sıkıcı. Gereksiz. Yapamam zaten. Yapsam ne olacak. Benim hayatım burada değil sanki. E peki onca emeğim. Ya işte. Bunu ben yaptım.

Ben yaptım. Ben yaptım. Ve şu an şu saçma girdaptan çıkamayacağımı düşünüyorum. Hayatımda bir şeyi iyi yapan biri olamayacağımı anladım. Ama o kadar da vasat değilim. Vasatım aslında. Bir vasattan daha kötü yaşıyorum, bu gerçeği kabul etmem haddinden fazla sürdüğü için. Küçüklüğümden beri bir yarış ve ispat çabasındaydım. Bundan çıkmak kolay değil. Konforlu bir alanı var. Her şeyi yarım bırakmaya da güzel mazeretler bulabiliyorsun. Ama hayat artık daha acımasız. Ben bir çocuk değilim. Ve birileri tarafından ciddiye alınmadığımı görmek üzüyor. Belki onların gözündeki şeyi bir tek ben görüyorum, onlar bile bilmiyordur. Şu yazdıklarımı okusalar bile görmeyeceklerdir. İnsanlar güçlü ve kararlı insanlarla çalışmak ister. Koruma mekanizması. Benim bile öngöremediğim bu hayat çizgimde bana ailemden başka güvenecek insanların olması mucize olurdu. Arkadaşlar vardır. evet. Varlar. Hayatımın doğru düzgün beslediğim nadir alanlarından biri belki. Yamulttuklarım oldu belki, onaramadıklarım. Ama insanlarla arkadaş olmak çok da zor değil. Pek çok insanın sıcak, kendine özgü yapısı var.

Geri kalanı tufan. Aklıma neler geliyor. Kertenkele Kral'a olan sevgim geldi birden blog etkisiyle. Lise yıllarımda, hatta ortaokulda Jim Morrison hayranı olarak onun Kertenkele Kral söylemini kendime sık sık tekrar ederdim. "Ben Kertenkele Kralım ve her şeyi yapabilirim". Şimdi anlıyorum ki ben kararsız bir kertenkeleyim ve her şeyi ancak yarım yamalak yapabilirim.

Peki ne önemi var diyeceksin? De, zaten herkes bir şeyler diyor.

15 Nisan 2015 Çarşamba

Leitmotif


Tekrar yazıyorum buraya. Geliyorum inadına yarım bırakmıyorum seni. Hayat yeteri kadar parçalıyor, beni, zihnimi, insanlarımı. Benim insanlarım beni sevdiler, benim insanlarım üzdüler de. Benim şeylerimse benimle birlikte kalıp benim insanlarımı hatırlattı bana. Gezgin olup gezmedim, kuş olup uçmadım. Bir sekme yandaydım, hayatımı var ettiğimi düşünüp yüzeysellik denizlerinde yüzüyordum. Yüzerken seni de unutuyordum. Burayı tekrar her açtığımda bana benzeyen birini gördüm. Bana benzeyen birisinin yazıları; yazının kalışının da sözün uçuşuna bağlı olduğunu hatırlattı bugün.

Fikirlerim uçtu, yaptıklarım bitti sanırken ben döngünün gücünü unutmuşum meğer. Döngü ve akışın gücünü. Nehir gibi akan bilincin, benliğin ve zihnin gücünü. Bu okuduklarım bana oluşu ve zamanın daireselliğini hatırlattı. Bu bana benzeyen insanın yazdıkları ona olan sevgimi nasıl yok saydığımı düşündürttü. Ama bir ok atıldı, gitmeye başladı ve devam edecek. O oku durdurabilecek şeyler artık o oku ilgilendirmiyor. Korku bitti. Büyüme korkusu artık bitti. Yerine yok olma korkusu gelene kadar, hayatın telaşı burada olacak en umduğum huzurlarla birlikte.

Sevgiler sayın okuyucu

16 Ağustos 2013 Cuma

Zaruretli Şukufe

Bugün eve bir kaç kişi gelecek sohbet, muhabbet. Asıl sebep tabi benim gidecek olmam. Tabi bu seni ilgilendirmiyor olmalı, ben zaten senden çoktan gitmiştim değil mi?
Ama blog zaten ben senden gitmiyorum hatta belki sana daha yakınlaşıcam. Niye mi? Erasmus sebebiyle bir dönemliğine Hollanda'ya gidiyorum tek başıma, tanıdığım biri olmadan. E bu da sakin sessiz ve yalnız olmak demek. Daha çok yazmak, blogla da uğraşmak demek. İşte sen busun blog, daha fazlası değil. (emotional honesty)

Ne zaman ki söylenecek sözlerimi değersiz, durulacak tavrımı çekinilecek buldum işte yazmamaya, yayınlamamaya başladım. Halbu ki "blogger kendimi" seviyordum, bir avuç takipçiye rağmen. Ulan direniş oldu, her gün bir yazı yayınlıycam dedim... O da yalan oldu. Harbiden her şeyi yarım bırakıyorum.

Ama artık yarım bırakılmak istiyorum. Beklentiler denizinde en olmayasıca şeyi bekliyorum. Her şeyden iyisi sana tekrar yazıyorum. Bu güzel bir his.
Gitmeden önce tekrar bir yazı yazıcam, sırf seni sevdiğimden. Bılog.
Canım bılog, yaşlandım be! 

3 Şubat 2013 Pazar

Misinterpretation

  
  Sır paylaşmak iki insanı bir birine bağlayan ve yakınlaştıran en önemli şeylerden biri belki. Yani bundan kastım dertleşmek, sırdaş olmak değil. Biriyle bir şekilde sır olarak kalan bir bilgi veya olayın varsa, konuşulmasa da bir commitment oluşuyor. Bu insanın doğası paylaşılan şey, o kişiyi farklı görmene ve yorumlamana sebep oluyor. Esasında tüm sevgiler ve ilişkiler bu nedenle bir illüzyon. Sen ona bir filtreden bakıyorsun ve o o şekle giriyor. Abim derdi bir zamanlar, her gün çıkıp yem atmadıktan sonra her kuş aynı diye bir laf. Mantıklı. Ama bu muhteşem illüzyondan kaçma imkanı yok. O gerçek olmadığını bildiğimiz ama yine de inandığımız düşünceler ve hisler tatlı ve bağımlılık yapıcı. Güzel. 

Kıssadan hisse: Eğer biriyle yakınlaşmak istiyorsan gizli bir mevzuya tanık olunacak bir ortam falan yaratın, gidin bir cinayete tanık olun, ne bileyim marketten çikolata çalın. Ama ne olur yapın birşeyler. Biraz heyecan , biraz neşe yahu. Edep yahu! Yaşımızdan utanalım.

3 Eylül 2012 Pazartesi

The cloud must be gone



Vaktimiz az, travmalarımız çok. Bugün en onulmaz dertlerden dert ürettim kendime. Evde hiç bir şey yapamıyorum, sıfır üretkenlik. Bazı mekanlar öyledir ya anca vakit geçirirsiniz, manasız işlerle. Sanki her an buradan gidecekmişim gibi geliyor. Gideceğim de zaten ama ben her yerden gidiyorum, göçebe gibi yaşıyorum. Diğer her yerde zihinsel olarak üretebiliyorum ama burada... Durum karışık, bir çok tarafı var. Ailemle yaşadığım ev, belki öz güven eksikliğim peydah oluyor bu evde, kendimi işe yaramaz hissediyorum.

Durdum durdum, kendimden bahsetmeye başladım. Aylarca bakmadıktan sonra yüzüne, blog ben seni insan yerine koydum. Blog barış benimle. Çok yalnızım be blog! 

24 Mayıs 2012 Perşembe

Seyfi Teoman'a

Üstünden iki haftadan uzun zaman geçti. Ancak kafamdakileri toplayabildiğimi düşündüm ve oturdum yazının başına. Kolay bir haber değildi, beklendik bir haber değildi, inandırıcı hiç değildi. Tüm sözler klişe olacak belki kimilerine göre ama Seyfi'nin sevenleri için durum çok farklı. Çok gençti, çok pozitif bir insandı, çok yetenekliydi, gelecek vaat ediyordu... Ama önümüze acı bir gerçeklik dikildi, seyrine Seyfi'yi de katıp, yoluna devam etti. Bizse bu gerçekle boğuşmak zorunda kaldık, hele ki biricik ailesi, karısı, arkadaşları.

Dün Mithat Alam Film Merkezi, dönem sonu gönüllüler etkinliği vardı. Her sene geleneksel hale gelmiş olan "merkez'de bu yıl" kolajını izlemeye aşağıya indik, her zaman olduğu gibi Mithat Alam ufak bir konuşma yapmak için topluluğun önüne çıktı. O an anladım, Seyfi Teoman ile ilgili bir kolaj da izleyeceğimizi. Mithat Hoca'nın samimi ve duygusal konuşmasından sonra Seyfi Teoman'ın taa üniversite yıllarına döndük. O yıllarını Merkez'e adamıştı, daha kurulu bir düzen yokken bile o Merkez için uğraşan didinen, kendini sinemaya adamış bir gençti. Uzun saçlıydı. Onu ilk kez uzun saçları ve zap zayıf haliyle gördüm, gülüyor, dalga geçiyor, çekim yapıyor... Sonra daha yakın görüntüler akmaya başladı, Tatil Kitabı'ndan görüntüler, kimi festivallerden görüntüler... En son da, "Merkez var olduğu sürece, Seyfi  de var olacak!" sözüyle bitti kolaj. Kafam darma dağınık, daha dün gece gördüğüm rüyanın da etkisindeyim, gözlerimi kapatıp rüyamı devam ettirdim.

Rüyamda bir otobüste bir adamla karşılaşıyorum, konuşuyoruz biraz. Otobüsten inince hava birden aydınlanıyor ve karşımdaki adamı tanıyorum, Seyfi bu. "Seyfi Teoman da öldü." diyorum nedense ona, o ise bana "Boşver, onu ben de anlamadım" deyip sırtıma vuruyor. Sonra bizim okulun güney çimlerinde oturup, çekeceği filmlerden bahsediyor. Birden muhabbetin ortasında uyuya kalıyor. Uyandırmaya çalışıyorum, uyanmıyor...

 Hala inanmayı reddediyorum , hala o güne dönüyorum. Bu lanet kaza olmadan bir hafta önceye,;

İstanbul Film Festivali'nin ikinci haftası, Atlas Sineması'nın önünde Mithat Alam'la birlikte konuşuyoruz, gösterimi bekliyoruz. O sırada Seyfi Teoman beliriyor, ama ben tabi simasını tanımıyorum her ne kadar filmlerini bilsem de. Mithat Hoca bizi tanıştırıyor, ayak üstü sinema üzerine bir muhabbet dönüyor ve film vakti geliyor. Ben festival görevlisi olduğum için, biletlilerden boş kalan yerlere oturacağım. Meğersem Seyfi Teoman da festival davetlisi olduğu için aynı şekilde izleyecek filmi. Mithat Bey önden giriyor salona, ben de Seyfi ile birlikte boş bir yere otururuyorum. "Sence kaç kere daha yer değiştiririz, film başlayana kadar? " diye soruyorum ve sen de diyorsun ki "Vedalaşmaya hazır ol". Der demez, senin yerinin sahibi geliyor ve huup kayboluyorsun gözden....

Vedalaşmaya hazır ol!
Böylesine ne ben, ne de hiç bir sevenin hazır değildi...

7 Mayıs 2012 Pazartesi

Alphaville - Ve Godard bilim kurguya el atar..

Bildiğim en sinefil insan ve sinefil adayı arkadaşlarımla izledim bu filmi. İstemeden didiklemeye, kurcalamaya başladım. Düşündüklerimi de işte size sunuyorum.

Film, en başından itibaren seyircisini elemeye , kimisini saf dışı bırakmaya başlıyor. Her izleyicinin kaldırabileceği cinsten bir film olmadığını Alpha 60'ın sesini duyunca anlıyoruz. Boğucu, rahatsız edici ve anlaşılmaz yavaşlıkta konuşan bu bilgisayar filmin en felsefik cümlelerini, Alphaville şehrinin vizyon ve misyonunu sarfediyor insanı bıktırana kadar. Mantıksız görüp kaale almadığımız cümlelerin bizlerde bıraktığı bilinç dışı etkilerle, bu şehrin distopik bir mekan olduğunu hissediyoruz. O kadar distopik ki, sevgiden, vicdandan, duygudan bahsetmek , şehrin dayattığı "Logic"in dışına çıkmak katledilmeniz için yeterli.
Distopik unsurların oluşu, filmi 1984 ya da Brave New World'le ideolojik bağlamda kıyaslamama neden oldu. Çok da doğru bir yöntem değildi belki ama beni başka yerlere götürmeye yetti. Örneğin, Alphaville'de duygudan bağımsız, saf, sadece kendi üzerine kapanan bir mantık anlayışı olduğunu keşfettim. ama bir çok distopyada olduğu gibi emek- sermaye- eşitlik bağlamlarında filmden pek bir örnek bulmak da mümkün değil

Bunun sebebi filmin sonunda aşıkların kavuşması gibi bir klişe varolması değil, aksine filmin distopya anlayışının alışılagelmişten daha felsefik bir yerde durması. Hatta filmin finali ancak ana akım aksiyon filmlerine bir gönderme olabilir, ki zaten Lemmy Caution, dönemin popüler dedektif karakterlerinden. Godard'ın bu karakter üstüne devam filmi çekme gibi salt bir gayesi olmadığı düşünüldüğünde, filmin felsefi katmanları üzerine daha fazla düşünmek ve bu sonu bir homage olarak algılamak gerekiyor.

Filmde çok kez tekrarlanan ve Alphaville'in "oluşmuş" değil " yapılmış" bir mekan olduğunu bangır bangır bağıran kavram "Logic". Bence bu logic kavramı, şehrin yani bir camianın uymak zorunda olduğu etik kurallar ya da adetleri temsil ediyor. Tek farkı günümüz dünyasında bu kurallar bütününü kimin yaptığı belli olmasa da Alphaville'de bunu yapan profösör Von Braun. Von Braun'un mantık kurulumu o kadar mantıktan yoksun ki, kimi tümden gelim önermeler bile bu şehirde mantıkdışı bulunabilir. Bu da matematiksel denklemler de manipülatif bir araç olup, toplumlara ket vurabilir.

Şimdilik çok kısıtlı olarak incelesem de filmi, devamı gelecektir belki.