3 Eylül 2012 Pazartesi

The cloud must be gone



Vaktimiz az, travmalarımız çok. Bugün en onulmaz dertlerden dert ürettim kendime. Evde hiç bir şey yapamıyorum, sıfır üretkenlik. Bazı mekanlar öyledir ya anca vakit geçirirsiniz, manasız işlerle. Sanki her an buradan gidecekmişim gibi geliyor. Gideceğim de zaten ama ben her yerden gidiyorum, göçebe gibi yaşıyorum. Diğer her yerde zihinsel olarak üretebiliyorum ama burada... Durum karışık, bir çok tarafı var. Ailemle yaşadığım ev, belki öz güven eksikliğim peydah oluyor bu evde, kendimi işe yaramaz hissediyorum.

Durdum durdum, kendimden bahsetmeye başladım. Aylarca bakmadıktan sonra yüzüne, blog ben seni insan yerine koydum. Blog barış benimle. Çok yalnızım be blog! 

24 Mayıs 2012 Perşembe

Seyfi Teoman'a

Üstünden iki haftadan uzun zaman geçti. Ancak kafamdakileri toplayabildiğimi düşündüm ve oturdum yazının başına. Kolay bir haber değildi, beklendik bir haber değildi, inandırıcı hiç değildi. Tüm sözler klişe olacak belki kimilerine göre ama Seyfi'nin sevenleri için durum çok farklı. Çok gençti, çok pozitif bir insandı, çok yetenekliydi, gelecek vaat ediyordu... Ama önümüze acı bir gerçeklik dikildi, seyrine Seyfi'yi de katıp, yoluna devam etti. Bizse bu gerçekle boğuşmak zorunda kaldık, hele ki biricik ailesi, karısı, arkadaşları.

Dün Mithat Alam Film Merkezi, dönem sonu gönüllüler etkinliği vardı. Her sene geleneksel hale gelmiş olan "merkez'de bu yıl" kolajını izlemeye aşağıya indik, her zaman olduğu gibi Mithat Alam ufak bir konuşma yapmak için topluluğun önüne çıktı. O an anladım, Seyfi Teoman ile ilgili bir kolaj da izleyeceğimizi. Mithat Hoca'nın samimi ve duygusal konuşmasından sonra Seyfi Teoman'ın taa üniversite yıllarına döndük. O yıllarını Merkez'e adamıştı, daha kurulu bir düzen yokken bile o Merkez için uğraşan didinen, kendini sinemaya adamış bir gençti. Uzun saçlıydı. Onu ilk kez uzun saçları ve zap zayıf haliyle gördüm, gülüyor, dalga geçiyor, çekim yapıyor... Sonra daha yakın görüntüler akmaya başladı, Tatil Kitabı'ndan görüntüler, kimi festivallerden görüntüler... En son da, "Merkez var olduğu sürece, Seyfi  de var olacak!" sözüyle bitti kolaj. Kafam darma dağınık, daha dün gece gördüğüm rüyanın da etkisindeyim, gözlerimi kapatıp rüyamı devam ettirdim.

Rüyamda bir otobüste bir adamla karşılaşıyorum, konuşuyoruz biraz. Otobüsten inince hava birden aydınlanıyor ve karşımdaki adamı tanıyorum, Seyfi bu. "Seyfi Teoman da öldü." diyorum nedense ona, o ise bana "Boşver, onu ben de anlamadım" deyip sırtıma vuruyor. Sonra bizim okulun güney çimlerinde oturup, çekeceği filmlerden bahsediyor. Birden muhabbetin ortasında uyuya kalıyor. Uyandırmaya çalışıyorum, uyanmıyor...

 Hala inanmayı reddediyorum , hala o güne dönüyorum. Bu lanet kaza olmadan bir hafta önceye,;

İstanbul Film Festivali'nin ikinci haftası, Atlas Sineması'nın önünde Mithat Alam'la birlikte konuşuyoruz, gösterimi bekliyoruz. O sırada Seyfi Teoman beliriyor, ama ben tabi simasını tanımıyorum her ne kadar filmlerini bilsem de. Mithat Hoca bizi tanıştırıyor, ayak üstü sinema üzerine bir muhabbet dönüyor ve film vakti geliyor. Ben festival görevlisi olduğum için, biletlilerden boş kalan yerlere oturacağım. Meğersem Seyfi Teoman da festival davetlisi olduğu için aynı şekilde izleyecek filmi. Mithat Bey önden giriyor salona, ben de Seyfi ile birlikte boş bir yere otururuyorum. "Sence kaç kere daha yer değiştiririz, film başlayana kadar? " diye soruyorum ve sen de diyorsun ki "Vedalaşmaya hazır ol". Der demez, senin yerinin sahibi geliyor ve huup kayboluyorsun gözden....

Vedalaşmaya hazır ol!
Böylesine ne ben, ne de hiç bir sevenin hazır değildi...

7 Mayıs 2012 Pazartesi

Alphaville - Ve Godard bilim kurguya el atar..

Bildiğim en sinefil insan ve sinefil adayı arkadaşlarımla izledim bu filmi. İstemeden didiklemeye, kurcalamaya başladım. Düşündüklerimi de işte size sunuyorum.

Film, en başından itibaren seyircisini elemeye , kimisini saf dışı bırakmaya başlıyor. Her izleyicinin kaldırabileceği cinsten bir film olmadığını Alpha 60'ın sesini duyunca anlıyoruz. Boğucu, rahatsız edici ve anlaşılmaz yavaşlıkta konuşan bu bilgisayar filmin en felsefik cümlelerini, Alphaville şehrinin vizyon ve misyonunu sarfediyor insanı bıktırana kadar. Mantıksız görüp kaale almadığımız cümlelerin bizlerde bıraktığı bilinç dışı etkilerle, bu şehrin distopik bir mekan olduğunu hissediyoruz. O kadar distopik ki, sevgiden, vicdandan, duygudan bahsetmek , şehrin dayattığı "Logic"in dışına çıkmak katledilmeniz için yeterli.
Distopik unsurların oluşu, filmi 1984 ya da Brave New World'le ideolojik bağlamda kıyaslamama neden oldu. Çok da doğru bir yöntem değildi belki ama beni başka yerlere götürmeye yetti. Örneğin, Alphaville'de duygudan bağımsız, saf, sadece kendi üzerine kapanan bir mantık anlayışı olduğunu keşfettim. ama bir çok distopyada olduğu gibi emek- sermaye- eşitlik bağlamlarında filmden pek bir örnek bulmak da mümkün değil

Bunun sebebi filmin sonunda aşıkların kavuşması gibi bir klişe varolması değil, aksine filmin distopya anlayışının alışılagelmişten daha felsefik bir yerde durması. Hatta filmin finali ancak ana akım aksiyon filmlerine bir gönderme olabilir, ki zaten Lemmy Caution, dönemin popüler dedektif karakterlerinden. Godard'ın bu karakter üstüne devam filmi çekme gibi salt bir gayesi olmadığı düşünüldüğünde, filmin felsefi katmanları üzerine daha fazla düşünmek ve bu sonu bir homage olarak algılamak gerekiyor.

Filmde çok kez tekrarlanan ve Alphaville'in "oluşmuş" değil " yapılmış" bir mekan olduğunu bangır bangır bağıran kavram "Logic". Bence bu logic kavramı, şehrin yani bir camianın uymak zorunda olduğu etik kurallar ya da adetleri temsil ediyor. Tek farkı günümüz dünyasında bu kurallar bütününü kimin yaptığı belli olmasa da Alphaville'de bunu yapan profösör Von Braun. Von Braun'un mantık kurulumu o kadar mantıktan yoksun ki, kimi tümden gelim önermeler bile bu şehirde mantıkdışı bulunabilir. Bu da matematiksel denklemler de manipülatif bir araç olup, toplumlara ket vurabilir.

Şimdilik çok kısıtlı olarak incelesem de filmi, devamı gelecektir belki.


30 Nisan 2012 Pazartesi

Ben ve Blog

Dersti, meşguliyetti, hevessizlikti derken burayı boşluyorum baya. Bunun sonu ne zaman ne şekilde gelir bilinmez ama sizleri sevdiğimi bilin. Burayı sevdiğimi bilin. Şimdilik size ruh halimi anlatan Gıyabi'den bir dize ile sesleniyorum;

"ne mana arıyorum, ne muhteva
 müstehzi bir buluş yapsam yeter evvela!"

-Gıyabi

2 Mart 2012 Cuma

Vesikalı Yarim


 Not: İş bu yazı Mithat Alam Film Merkezi- Sinefil Kitapçığı için yazılmış olup, orada bulunmaktadır.   
    
                       Elimizden bir tutan olmadan Vesikalı Yarim’in içine düşüyoruz. Bir yol gösteren yok, bilmediğimiz eski İstanbul sokaklarında. Kocamustafapaşa’nın taşlı sokaklarından başlayarak, ağır ağabeylerden göz kaçıra kaçıra dolanırken şehr-i İstanbul’da kendimizi ne ara bu pavyonda bulduk bilen yok. Hele bu yakışıklı adam ne ara bu güzel kadına aşık oldu, bilinemiyor. Kendimizi kaptırırsak bu filme olan oluyor, yüreğimizde acı bir hatıra bırakıyor, isteseniz de bir süre gülemiyorsunuz. Ömer Lütfi Akad sinemasının en önemli filmlerinden olan bu film aynı zamanda Türk Sineması genelinde de büyük yere sahip. Bunun sebebi filmin dönemin melodram anlayışından çok farklı bir yerde durması ve hikayenin realist sayılabilecek bir bakış açısıyla seyirciye sunulmuş olması diyebiliriz.
            Halil, baba mesleği olan manavlıkla geçiniyor, kurulu bir düzeni ve semtinin dışına pek taşmayan da bir hayatı var. Lafı uzatmaya hacet yok, Saliha ise Şensaz adlı pavyonda konsomatrislik yapıyor. Tahmin edilemeyecek bir aşk başlıyor bu iki güzel insan arasında. İkisinin de suskunlukları içlerindeki fırtınalardan besleniyor. Rakı masalarına, kendilerine kurabildikleri o bilmem kaç metrekarelik dünyalarına bile gerçekler sızıyor, bilinmemesi daha keyifli olan gerçekler. İşte o an, siz de ister istemez kırık kalmış anılarınıza dönüp bakıyorsunuz. Hadi hiçbir şey yok diyelim ömrünüzde, mühim değil… Geleceğe dönük acı duymaya başlıyorsunuz, sağlıksız bir biçimde.  Fakat, her türlü acıya değiyor bu muhteşem film.
            Başka film olsa zul gelir insana art arda övgüler düzmek ama film müziklerinden oyunculuğa, mekanlardan planlara film çok sağlam bir temel üzerinde duruyor. Örneğin, sinemada fazla müzik kullanımına karşı olanlar bile, bu filmdeki şarkılara pek bir şey diyemiyor. Zaten çoğu sahnede pavyonun sesi olarak duyduğumuz bir çok şarkı bizi filmin diğer kısımlarında da bir beklentiye sokuyor. Halil’in yüz ifadesinden anlayamadıklarımızı müzik bize anlatıyor mesela ya da manav dükkanına uzaktan bakmakla yetinen Saliha’nın hislerini. Ne kadar yakıştıklarına, hayatın bazen ne kadar acımasız olduğuna da müzik sanki zorla inandırıyor bizi. Aynı müzik filmin başında, içimize ümit tohumları ekilirken de sinsice yürüyordu sanki arkadan. Filmin ilk şarkısı olan Kahverengi Gözlerin’i söylerken Şükran Ay, meğersem belli bir sona hazırlanıyormuşuz biz.
            Bir aşk filminde tek mühim şey son değildir ön kabulüyle devam edersek, Vesikalı Yarim filminde içinden çıkamadığımız bir sorunla boğuşuyoruz. Bir yerde sormaya çekindiğimiz sorular, diğer tarafta “Ya evet derse?” bile diyemediklerimiz. Elbet hepimiz hayatımızın bir bölümünde biri-leri-nden “aşıkane” hoşlanırız, bu evrensel duruma hikayenin yaklaşım tarzıdır önemli olan. Yüzlerce aşk filmi çekildi, çekilecek ama bazı filmler hisleri sömürmekten ziyade hislerin dürüst bir gösterimi olabilmek görevini üstlenir sadece.
            Filmin tek tek sağlam taraflarını sayarken fark edilen bir şey var ki; parçalardaki güzellikten bahsederken bir şey daima eksik kalmakta. Yani, bir noktaya odaklandığında diğer bir nokta dikkatini çekmekte ve film her iyi filmin layıkıyla yaptığı gibi bizi içinde kaybetmekte. Bunun Ömer Lütfi Akad’ın başarısı ve sinemacılık tarzı olduğunu söyleyebiliriz. Türk Sinemasına yönetmen filmi anlayışını getiren önemli insanlardan olan bu muhterem zat, Vesikalı Yarim filmiyle de aslında hünerlerini gösteriyor bizlere. Görüp görmemekse, her konudaki gibi,bizim elimizde.

16 Şubat 2012 Perşembe

let the spirit get you

Aklıma gelen onca şeyden bazıları dökülecek buraya. Hazırsanız bırakın, değilseniz alışın.
Başka yolu yoktur çünkü, seçim yaptığınızı sanırsınız ama o şıklarda emin olun hiç payınız yok. 

1 Şubat 2012 Çarşamba

Kırmızı- Rothko'nun Kırmızı'sı

"Rothko'nun kırmızısı" ismi tamamen benim ürünüm olmakla birlikte kırmızı isminin genişliğini belki birilerine bulmakta yardımcı olurum amacıyla daralttım.Gerçi, bu hareketim Mark Rothko'nun ve kırmızısının güleceği türden bir işgüzarlık ya, neyse olsun varsın!

Devlet Tiyatroları'nda oynanmakta olan bu güzel oyunu Nihat İleri ve Turan Günay ikilisi oynuyor. Nihat İleri'nin  tiyatro performansını ilk defa gördüm bu oyun sayesinde, neler kaçırmış olabileceğim hakkında bayağı bir fikir sahibiyim. Ama gelin görün ki, bayağılıktan kurtulamıyorum. Sevdiğim esere "Hmm.. Güzel" demekten ileri pek gidemiyorum, uyuşukluk yapmak ve çağdaşlarımı taklit etmek gibi illet huylarım var. Yani, Rothko'nun tam nefret edeceği türden biriyim.

Rothko Rothko deyip duruyorum ama onu önce size tanıtmam gerekirdi belki. Ressam demekle yetineceğim kalan bilgiye wikipedia'dan ulaşıverin bir zahmet.

Oyuna dönecek olursak, Rothko'nun yanına asistan almasıyla başlıyor her şey. Daima aralarında zeka ve ruh testi kıvamında tartışmalar geçiyor ve hepsi Rothko'nun agresifleşmesi ve asistanın kafasının karışmasıyla noktalanıyor. Hatta, çocukluk travmalarıyla bile yüzleştiriyor gencecik asistanı.

Her ne kadar, huysuz ve muhalefet bir insan gibi dursa da değerlerine çok bağlı bir adam Rothko. Geçmişe olan saygıyı öyle önemsiyor ki, dönemin yeni müzik tarzı olan Jazz'a bir gürültü olarak ve resimdeki yeni tarzları lafı gevelemek olarak görebiliyor. İtiraz etme şansınız yok, o kadar dürüst bir adam ki Rothko, çelişmek istemiyorsunuz bu adamla. Keza, her an içki şişesini kafanıza patlatabilir gibi görünüyor.

Zengin restoranının birine resimlerini satmaya karar veriyor. Amacıysa, o insanların iştahlarını kaçırmak! Ne büyük düş ama... Ama lanet olsun ki, bu zenginler midesiz midir nedir?

Usta-çırak tartışmaları bir çok edebi eserde, oyunda, filmde işlenmiş bir konu olmasına rağmen bu oyunda bizi sıkmıyor zaten, sıkamaz da. Odipal çıkarımlar yaparsın, hayatı anlamaya çalışırsın, sanatı sorgularsın... Her şeyi yaparsın ama asla sıkılmazsın bu oyunda.

Tiyatro'ya gitmek, biraz düşünmek ve oyun çıkışında İstiklal soğuğuyla baş başa kalmak istiyorsanız, gidin alın işte biletinizi. Hayat kısa, ve benim bu resimde gördüğüm tek şey; "Kırmızı".

28 Ocak 2012 Cumartesi

Bir otostopçunun hay aksi rehberi!

Zaman geçiyordu. İnadına güldüğümüz kötü espriler gibi hayatlar yaşamaya devam ediyorduk. Zamane İnsanı dediğim günden bugüne zaman değişti...Hala Zamane İnsanı olabilmem için benim de değişmiş olmam gerektiğini düşünürsek iyi bir şey yapmış oluruz.

Çünkü, ufaklığından beri her şeyi deşmeye, buluttan nem kapmaya, şüphelenmeye alışmış bir insanın kendine başlangıç noktaları seçmesi kolay değil. Ama sanırım oluyor. Gittikçe, yaşlandığımdan ya da olgunlaştığımdan mıdır bilinmez beynimin iplerini kısaltmış, dolaşabileceğim dairenin alanı da bir hayli daraltmış durumdayım. Ben büyüyorum, her dünyaya gelen insan gibi. Benim tek sorunum ise bunu kabul etmemem. Ciddi anlamda.
Bir yandan değişimi ve dinamizmi savunurken bir yandan da dinamizm anlayışımın değişmesi beni tedirgin etmeye yetiyor. Şu anlık hayat görüşüm bana bizi belirleyen şeyin tecrübelerimiz, yani aslında yaşantımız, pratiklerimiz olduğunu söylüyor. Ben bir insanı uzun süre ondan da karşılık alarak sevmeye başladıysam, bu bunun ayan beyan örneğidir.

Bununla uğraşmayacaksınız biliyorum ama az geri gidip geçen seneki yazılarıma göz atarak durumu anlayabilirsiniz. Romantiklikten gıdım haberi olmayan ben, cidden sevmeyi öğrendiğimi sanmaktayım. Bu durumu bazı zeki insanlar benden evvel farketmiş olacaklar ki beni test etmeye kalktılar. Zekalarına duyduğum hissi onlara duysam zaten onların yanında olurdum. Bu testte boş kağıt verdiğimi söylemekte yarar var.

Böyle işte, insanın içini dökmesi lazım. Geleceğin psikoloğu olarak, bu tırt tavsiyeyi kendime de veriyorum. Çünkü zaten siz de biz de tırtız. Kasmanın alemi yok. İşte, eskisi kadar nefret etmiyorum kişisel gelişim kitaplarından. Salak insanlar okumalı onları. Okuyun yani eğer salaksanız, işe yarama ihtimali yüksek.  İşe yararsa üzülmeyin, salak olmak fena değildir.

İçimi döktüm buraya, bu da demek oluyor ki daha iyi bir seçeneğim yoktu. İçimi dökmeyi, cümlelere form vererek, bir tutam kurgu katarak yazsaydım aynı şeyi demezdim. Ama bu katıksız iç döküş yazısının tek anlamı benim şu an kendimi yalnız hissetmemdir. Geçecektir. Çünkü sabah kahvaltısına pastırma yapılacağı bilgisini aldım az önce. Üstüne filmler indirdim. Evim sıcak. Abim var, uzakta da olsa bir adam var şunun şurasında beklediğimiz. Yani, durum o kadar da fena değil.

Yazdıklarını tekrar okumadan yayınla'ya basmayan bizden değildir.

The Purple Rose of Cairo













           



            Çok şey düşündürten film. Gerçek mi, kurgu mu? Düşün, çık işin içinden. 
Sanırım filmlerin ve rüyaların onca güzelliğine rağmen gerçekle büyülenmek istiyoruz. Ama pek mümkün görünmüyor.

            Önümüzdeki günlerde geçip Word'ün başına Woody Allen'ın bu filmisi hakkında uzun bir yazı yazmayı planlıyorum. Sinefil için yazdığım yazıları da, Sinefil basıldıktan sonra burada paylaşmak istiyorum.
Şimdilik size, bu filmden alıntılar sunmakla yetineceğim. 


Cecilia: I just met a wonderful new man. He's fictional but you can't have everything.
*
Tom Baxter: [to Cecilia] I love you. I'm honest, dependable, courageous, romantic, and a great kisser.
Gil Shepherd: And I'm real.
 *
Henry: No! No! Don't turn the projector off! No! No! It gets black and we disappear!
*
Larry: I want to go too! I wanna be free! I want out! 
Mr. Hirsch's Lawyer: I'm warning you, that's Communist talk!

16 Ocak 2012 Pazartesi

Fotografium, Turkcell Blog Ödülleri'nde aldığı başarısını bizimle paylaşıyor!

Fotografium Canon 600D profesyonel fotoğraf makinesi hediye ediyor! Yarışmaya katılarakCanon 600D Manfrotto tripod ve Kata sırt çantası kazanma şansı yakalayın! http://blog.fotografium.com/fotografium-canon-600d-hediye-ediyor/ sayfasını ziyaret ederek yarışma hakkında diğer bilgilere ulaşabilirsiniz.


Ben katıldım, siz de katılın, şansınızı deneyin bence. Bize de bir gün kader güler, güler inşallah. 600D mis olur, mis. Ama neyse, heyecan yapmamak lazım.