26 Şubat 2011 Cumartesi

Uzlaşmak bizim işimiz

Depo İstanbul'da düzenlenen uzlaşı temalı ve 4 ülkede gerçekleştirilecek olan atölyeye katıldım. Yani bu ilk günü bi de yarın var. 4 hoca var işte biri Fransız, biri Alman, biri Ermeni ve biri Türk. Hepsi Fransızca bildiği için Fransızca konuşuluyor atölye kapsamında ve tabi ki bizim gibiler için de simultane tercüme var..
Çok eğlenceli şeyler yaptık bugün.
Bir de şunu anladım, bu atölye bir ay sürse ben Fransız olarak çıkarım burdan.
Valla anlıyorum hep.
Zaten konumuz da uzlaşı olduğu için, farklı dilleri konuşarak anlaşmak da çok değerli ve anlamlı oldu esasında.
Artık o kadar uzlaşmıştık ki Serj diye telaffuz ettiğimiz bir hocamızla damat halayı, harmandalı ve bir adette adını unuttuğum Ermeni halayı oynarken bulduk kendimizi.
Eğlendik coştuk, kam aldık dünyadan.
Ve bilinç, farkındalık, uzlaşı gibi konulardan bahsettik. Bir de tabi Ermeni-Türk ilişkilerinden.
Bu Serj denen hocamızın da dedesi Bursa'da doğmuş,büyümüş ama Ermenilere uygulanan baskılardan dolayı Türkiye'den ayrılmış.
İşte, Serj de 16 yıl boyunca Bursa'da belgesel çekmiş hatta. Sizden iyi olmasın çok canayakın, eğlenceli bir insan kendisi.

Yarın hiç bitmese ya, ben çok eğlendim bugün.
Bir sürü insanla tanıştım.
İyi oldu.
Son olarak

bildiğim tek fransızca cümleyle bitiriyorum yazımı;
elavukuşavegmua.

Yazılışını bilmiyorum. Evet jömöpel Duygu var bi de

21 Şubat 2011 Pazartesi

Fidanın gül açan dalı varsa, ben o fidanın fidanlığından şüphe ederim.

Geyik muhabbeti yapalım mı? dedi
Biliyoruz ki ha deyince yapılmaz,
Dur da şöyle boş boş oturmanın zevkıne varalım, dedim.
Sonra aklıma komik bi haber geldi anlattım ve geyiğin dibine vurduk.

Siz ne isterseniz , ben onu veriyorum size
Bilinçsizce yapıyorum bunu hem.
Çelik ayna gibiyim ben, benle dertleşmek istiyosun ya mesela
Kulaklarımı dört açar dinlerim, arada bişeyler söylerim falan
Senden ne gördüysem öyleyim yani.

Ama aslında yalan oldu biraz bunlar, sen gel bana çelme tak yere düşür, üstüne bi de tekmele böyle
Ben gelip de sana, canım benim naptın böyle demem, diyemem yani. Tekme de atmam
İntikamı soğuk da yemem. Yemem, hiç tarzım değil.
Öyle yerde yatar bakarım sana, acı bana diye ya da başka bi sebepten bunu ben de bilmiyorum.

Bazen derim ki birine heh gel dertleşelim
Bakalım neymiş numarası
Düşünürüm, onun anlayabileceği bir cümle kurarım; içinde saçma bir can sıkıntısı barındıran
Sonra der ki, geçer ya
He, doğru lan geçer tabi... der ve keserim orda muhabbeti
Demek ki böyle bişimiş dertleşmek.

Bunlar, bu anlattıklarım, tamamen hayal ürünüdür, yersen.
Gerçek kişi ve kurumlarla alakası yoktur, yersen.

Bergman'ın Kadınları

Bergman'ın bir çok filminde oynamış şu kadınlara bakar mısınız? Hepsinin kendine has bir havası ve güzelliği yok mu?... Bergman işini biliyo he.

Harriet Andersson
Bergman'ın çok genç yaşlarda keşfettiği bir oyuncu ve hatta Bergman beyle romantik bir ilişki yaşamışlığı da var. Zaten Bergman'ın kimle bi ilişki yaşamışlığı yok ki. Bu ablanın oyunculuğuna şapka çıkardığımız filmlerin başındaysa Through a glass darkly ve Cries and Whispers geliyor.






Bibi Andersson
Harriet'le soyadları aynı diye ben bunları kardeş falan sandıydım bi ara, siz de sanmayın. Bibi, Bergman'ın kadın oyuncuları arasında benim favorimdir. The Seventh Seal'de yaban çileği yiyişine hasta olunası kadın. Persona ileyse artık oyunculuğunda rüştünü ispatlamak bi yana "alem buysa kraliçe benim" demiştir. Kısa saç çok yakışıyor bir de.
Bildiğim kadarıyla Bergman Bibi ile bir ilişki yaşamamış ama inanmıyorum ben buna. Bergman bu güzelliğe kayıtsız kalmış olamaz.







Ingrid Thulin
Bu kadında da kendine has bir hava var. Bunun diğerlerinden birazcık daha maskülen olduğunu söylersek yanlış olmaz. Ve ve ve, The Silence'da da rahatlıkla göreceğimiz gibi çok güzel sigara içer bu hanım abla, sanırım resim de bu filmin setinden.
Winter Light'da bir mektup okuma sahnesi ve Cries and Whispers'daki cam parçalı,kanlı,acılı sahne bile bu kadının oyunculuğunu anlamaya yeter.





Gunnel Lindblom
İlk olarak The Seventh Seal'da gözüme çarpan vahşi bir seksapele sahip kadın. The Silence ve Virgin Spring'de de o delici gözleriyle bizleri etkilemiştir. Bu da diğerleri gibi bir çok Bergman filminde oynamış bir oyuncudur. Çok seksidir ama kimi filmde insana ekrandan fırlayıp katliam çıkaracakmış hissi verir.





Liv Ullmann
Bu da Bergman'ın prenses süreyya'sı işte, uzun süren bir birliktelikleri olmuş ve pek tabi ki bir çok Bergman filminde oynamıştır. Norveç sinemasından ihraçtır. Liv Ullmann deyip de Persona'dan bahsetmemek olmaz. Tamam güzel olmasına güzeldir ama Persona'daki oyunculuğunun üstüne pek bir şey katamamıştır.

19 Şubat 2011 Cumartesi

Rakı masası best oflarım


O kadar şanslı bi ülkedeyiz ki rakı gibi güzel bir içkiye , herşeyden önemlisi rakı masasının adabına, muhabbetine, efkarına sahibiz. Özenilen mezeler, masadaki güzel insanlar ve müzik tabi ki. Genel olarak türk sanat müziği ya da arabesk müziğiyle bağdaştırılsa da esasında bir çok müzik bu sofraya yakışır. Benim en sevdiklerimden mesela Ahmet Kaya, Zeki Müren, Pink Floyd, hatta Black Sabbath bile dinlerim. Müslüm Baba da gider. Ama şimdi elimi vicdanıma koyuyorum ve tabi ki türk sanat müziği bu masanın şanındandır diyorum.
Mezelere gelirsek de, envai çeşit meze vardır aslında. Şimdi sizlere benim en çok yakıştırdığım ve vazgeçemediğim meze unsurlarımdan bahsediciğim.

Haydari

Yoğurda da bayıldığım için bana göre bu masanın olmazsa olmazı haydaridir. Haydari ve kızarmış ekmek versinler büyük bir zevkle içerim rakıcığımı.
İçeriğindeyse bildiğim kadarıyla, pek tabi ki yoğurt, dere otu, peynir ve sarımsak var mıydı ya. Onu unuttum bak.





Acılı Ezme

Ah şu güneydoğunun acılı şaheserleri. Kebaplarla da çokça servis edilen bu güzel meze bizlere antep, urfa veya hatay şehirlerimizden bahşolunmuştur sanırsam. Evet, her zamanki gibi net bilgilere sahip değilim. Düz insan. (feminist oluyorum canım sıkılınca )







Yaprak Sarma

Ben buna ölürüm yahu. Böyle bir de ekşili olacak, of of of. Rakısız da ölüyorum ben buna. Ve söylemesi ayıp mükemmel sarma sararım. Hatta tütünü bile sarma gibi sararım. Hep dalga geçersiniz, halbu ki sebebi bu.






Kavun

Güzel bir meyve olmasının yanı sıra rakıyla hoş sohbeti olan kavun arkadaşımı da bu masaya çok yakıştırıyorum.











Tabi ki bu saydıklarımın dışında da bir çok mezecan var. Börek meze sayılmaz ama ben güzel bir sigara böreğini ya da annemin yaptığı patatesli böreği rakıyla geberesiye yerim. Başka başka,,,, mm mesela kızarmış ekmek kesin olmalı ki ezme ve haydariye banabileyim.
Neyse şimdi hazırlanmayı bekleyen bir rakı sofrası var, kendinize iyi bakın. Rakı içmeyi unutmayın.


18 Şubat 2011 Cuma

Savunma mekanizması nedir, ne değildir?

Ben kesinlikle daha eğlenceli bir insandım
Eski ben, sen ne şekermişsin ya
İstesem de sen gibi olamam mı ki? olurum ya, belki olurum
Bak sen gittin gideli kararsızlık sardı bünyemi
Bir de farkettim ki, çok ciddi bir yazı dili edinmişim ben
Sanırım böyle yaparak, büyük bir insan olduğumu kanıtlamaya çalışıyorum
Afedersiniz, bok yiyorum
Yani, ne gerek var.
Kasmaya ne gerek var, soruyorum. retoriğe bayılıyorum.

işte, eskiler alıyorum. alıp yıldız yapıyorum
musıki ruhun gıdasıdır, musıkiye bayılıyorum. Falan.

Hayal noir

Uykusuzluk sorununa kendimce bir çözüm buldum.
Yatağa sırtüstü uzanıp, gözünü tavandaki tek bir noktaya dikiyorsun.
Hayal kurmaya başlıyorsun ama öyle bilindik hayaller değil
Her şeyin istediğinin tersine gittiği, belki sıkıcı, mutsuz, boktan bir hayal
Tüm ayrıntılarıyla o hayal dünyanı kuruyorsun ve orada bir gün yaşıyorsun.
Sabah kalkışından itibaren tüm o iğrenç hayatının gününü ayrıntılarıyla düşünüyorsun.

Ve emin olun, en fazla öğlene kadar dayanabiliyorsun.
Sonra küt diye gözlerin kapanıyor.
Hani bu kurduğun hayal-noir'den kaçıp bilinçaltının kucağına atmak istiyorsun kendini.
İlginç bir nokta da şu; bu şekilde uykuya daldığınız gecelerde mükemmel rüyalar sizi bekliyor.
Benden söylemesi.

-Şey olabilir bak, rüya dediğin arzu giderimidir ya hani. Sen o kadar kötü şeyler düşünüp, kendini inandırdıkça beyninin iyiye olan ihtiyacı artıyor ve rüyalarında bu ihtiyaçların hepsini karşılıyorsun.



16 Şubat 2011 Çarşamba

At yarışsız bir toplumun hayat damarlarından biri kopmuş demektir.


Tjk'nın internet sitesinde geçmiş yılların at yarışı günlükleri var ayrıntılı. Her neyse,
Geçen yıl bugün oynanan yarışları açıp, oradan istatiki verileri bugünün atyarışı bültenine not edip, belirli hesaplamalar yapıp ona göre altılı oynayan insanlar var bu dünyada.
Ve o insanlardan birisi amcam (fikir babasıdır kendisi), bir diğeri de fikir babası olmasa da naçizane benim babamdır.

15 Şubat 2011 Salı

Hour of the wolf


Bu gece zamanı o kadar derinden usul usul hissediyorum ki...
Bir dakika, bir saat gibi geliyor diycem ama bir saat de o kadar uzun ki, sizin bildiğiniz bir saatlere benzemiyor.
Ve herşeyden önemlisi hayatla birbirimize darılmaca gücenmece yok. Sıkılmıyorum yani. Gözlerini kapatır denizin sesini dinlersin ya kumsalda, işte ben o hisse denizsiz, kumsalsız ve her şeyden önemlisi gözlerim açıkken vakıf oluyorum.
Nefes aldığımda ciğerlerimden parmak uçlarıma doğru bir titreşim yayılıyor, nefes verişimle tekrar dönüyorlar yerlerine. Ne garip bir his.
İyi değil, kötü değil zamanı böylesine hissetmek. Tam bana göre, benim gibi sıfatlandırma konusunda sorunu olanlara göre. Ulaşılmaz, boşlukta, uzayda gibi.

Buna sebep olan şey bir film. Gerçekten. Bir film izledim hayatım değişmedi ama gecem okadar uzadı ki... Siz inanmazsınız ama bu gece hiç bitmeyecek, sonsuza eriştim artık. Hem de koskoca filmin bir dakikasıyla başardım bunu. Ya da Bergman başardı bilemiyorum.
Hour of the Wolf'u izliyordum, Johan saatine bakarak bir dakikayı gösteriyor bizlere. Hissettiriyor yani. O bir dakika, hayatımın en dolu bir dakikasıydı sanırım. Filmi durdurdum o bir dakikanın bitiminde. Çünkü ben hala doyamamıştım o bir dakikaya. Ara verdim biraz ve filme devam ettim. Film fena değildi, esasında çok güzel bir film ama Bergman'ın diğer filmlerini düşününce fena değildi diyorum. Ama o bir dakika. O bir dakika hayatta yaşanmış ve filme çekilmiş en etkileyici bir dakika. Bunun için bile teşekküre değer.

ben üzülürüm, İbrahim Üzülmez

Şiddeti onaylamıyoruz di mi gençler?
E peki bu şiddet illa ki fiziksel mi olmak zorunda?
Şiddet dediğimiz eylem karşımızdaki insanın vücut bütünlüğüne zarar vermek değil midir?
Öyledir.
E peki, küfür etmek, hakaret etmek, rencide etmek gibi sözsel saldırılar da karşımızdaki insanın psikolojik ve sosyal bütünlüğünü zedelemiyor mu?
Zedeliyor tabi ki...
Ve bir yumruğun mu, bir küfürün mü daha hırpalayıcı olduğunu bilmemiz çok zor.

Futbolcular sahaya tükürsünler, hakeme ana bacı düz gitsinler, takım arkadaşlarından birine soyunma odasında küfür etsinler... Ama ya ceza almasınlar, ya da ufak cezalarla geçiştirilsinler.
Sayın Beşiktaş yönetimi şiddete karşı tutumunuzu takdir ediyorum yiğitlerim ama şu Toraman'a da bir şeyler yapsaydınız bari.

Deli İbrahim işte, Deli ya... Böyle mi ayrılıcaktın.. İlahi!
Neyse bozma moralini.

Not: Bu bloga futbolla ilgili de yazı yazdım ya, tam oldum şimdi. Ama naapayım hep başkanlarla, müdürlerle, patronlarla sorunum olmuştur, tüpçü Yıldırım'ın çakma demokrat tavırları canımı sıktı. Canım İbrahim ya , "karar verilmiş, kalemimiz kırılmış." diyor bi de.

13 Şubat 2011 Pazar

Kimyasal Hadım

Bir kaç gün önce bir blogda (http://pinkyfreud.blogspot.com/) tecavüzcülere uygulanacak cezaya dair yeni yasayla ilgili bir yazı okuduğumda yorum yapıp yapmama konusunda gidip geldim. Bu konu hakkında hali hazırda düşünürken, bir de bu konunun tartışıldığı Muhabbet Kralı adlı programa rastladım.(programın konukları ve tartışma tarzlarını çok beğendiğimi eklemeliyim, Okan dışında her şey iyiydi diyebilirim.)Baya bi düşündükten sonra da bu konudaki tüm fikirlerimi kendi blogumda etraflıca yazmaya karar verdim. Çünkü bakış açımın tamamen farklı olduğunu farkettim.

Tecavüz de bir suç ve suç olgusu üzerinden tartışılacak bir çok şey var tabi ki. Ama ben suç, ceza, suça teşvik, suç sebepleri gibi genel konu ve kavramları bir kenara bırakıyorum. Tecavüz cezasını tartışmak istediğimden dolayı da suçun tanımını yasalar üzerinden ele alıyorum ve cezaya da bu yasalar ve günümüz hukuk sistemi açısından yaklaşıyorum.

Başlıkta da gördüğünüz gibi bu yeni düzenlemenin bizlere yansıtılışındaki temel nokta "hadım"dı. Ama nasıl oluyor da bir çok insan bunu ceza olarak algılamayı başarıyor, anlayamıyorum. Çünkü bu yapılmaya çalışılan bir "tedavi"dir ve tedavi dediğimiz şey "hasta" olan bireylere "kabul etmeleri" şartıyla uygulanabilir. Halbu ki tecavüzcü hasta olmak zorunda değildir ve bir çoğu da sağlıklı diyebileceğimiz bireylerdir. Ve bu uygulamanın Batı'da kullanılıyor olması, onun tartışmasız kabul edilmesi gerektiğini göstermez. Her şeyden önce ekstrem durumlar dışında şunu göz önünde bulundurmalıyız ki; tecavüzcü de bir suçludur, hasta değil. (Hasta olduğu durumlar da olabilir, bu durumlarda da cezai indirim yapılır zaten)

Bir başka nokta da, bu uygulamanın kökeninin net bir şekilde "kısas"a dayandığıdır. Bir tedavidir, tedavinin ulaşmak istediği nokta da suçlunun cinsel dürtülerinin azalması hatta kimilerinde kadınlaşma belirtilerine ulaşılmasıdır. Yani, hırsızın elini kesme olgusuna giden medikal bir yoldur. Bir önceki paragrafta bu medikal açıdan bahsettiğim için şimdi de "kısas" noktasından devam etmek istiyorum. Eğer şu an yasalara göre bir hırsızın kolu kesilmiyorsa, bir tecavüzcünün de cinselliğinin yok edilmesi her şeyden önce tutarsızdır. İnsan haklarına da aykırıdır. Suçlu da bir insandır ve vücut bütünlüğüne zarar verilemez. Zaten kısas dediğimiz şey, o insanın o suçu bir daha işlemesini engellemeye yöneliktir, yani varsayımsal bir çözümdür. Ve varsayımlara dayanarak bir insanı bir işleme tabi tutamayız.

Şimdi de bambaşka bir açıdan yaklaşayım. Tecavüzcü bu "tedavi"yi kabul etmesi halinde tutuksuz bırakılacak. Bu tedavinin zorlu aşamalarının ve sonuçlarının olduğunun farkındayım ama sonuç olarak bu insan hayatını dört duvar arasında geçirmeyecek. E peki,bir katili de ellerinin, ayaklarının işlememesine yönelik bir tedavi karşılığında salıvermemiz gerekmeyecek mi? Tecavüzcünün de, katilin de yaptığı sapkınlığın bu daha ağır, bu daha hafif diye ölçümleme tekniği olmadığına göre hangisinin "hastalık" hangisinin "suç" olduğuna nasıl emin olabiliriz? İkisi de elbette ki suçtur ve cezalarını çekeceklerdir.Bu cezaya ek olarak da rehabilitasyona tabi tutularak onları ıslah etmeye çalışılmalıdır. Türkiye'deki en büyük problemlerden biri cezaevlerindeki rehabilitasyon hizmetlerindeki eksikliklerdir. Ve temelde yatan, hiçbirimizin karşı çıkamayacağı gibi toplumsal cinsiyet rolleri ve cinselliğin algılanışındaki problemlerdir.

Yapılmak istenen bu uygulamanın temel dayanağı penisin işlevsiz kılınması , demin de söylediğim gibi. Peki, saldırgan cinsel dürtülerin dışarı aktarımı her zaman cinsellik şeklinde mi olur? Bir tecavüzcünün artık cinsel anlamda işlevsiz olduğunu düşünsek bile, onun cinsel manalar taşıyan başka suçlar işleyemeyeceğini nereden biliyoruz? (mesela bir çok fiziksel saldırı kökeninde "cinsel" düşünce ve eylemleri barındırır.)Madem varsayımlara yönelik tedaviler üreteceğiz, buna da bir tedavi bulalım ve bu insanları ota çevirelim. Çünkü kimyasal hadımın tutarlı olması için yapılması gereken bu.

10 Şubat 2011 Perşembe

İfade

Bir blog yazarı olarak şunu itiraf etmeliyim ki; ben çok sayıda blog takip etmem. Ama dün bulduğum bir blog var, ve yazılarla o kadar çok ortak nokta buldum ki; artık kendimi garip hissetmeye başladım. İşte bu bloga yorum yapamıyorum niyeyse ve kimse de hiç bir yazısına yorum yapmamış. Mail'i falan da görünmüyor yazarın, ne yapacağımı şaşırdım. Geldim kendi bloguma yazdım.

İnsanın bir yazıda, bir insanda, bir filmde, bir şeyde kendini bulması çok ilginç. Çoğu zaman da insana kendini sıradan hissettiren bir olgu. Anlatmak çok zor, şu an aklıma gelen her düşünce o blogda yazan şeylerle az çok ilintili. Elim kolum bağlandı, çaresizim arkadaş. Yorum yapmak, sonra onun bana cevap vermesi ve bunun böyle sürüp gitmesi tarzı isteklerim de yok esasında. Sadece içimdeki bazı şeyleri farkettim o kadar.

Ben de o blogda yazanları yinelememek pahasına bu yazıyı şu noktadan devam ettireceğim. Şu nokta demişken; insanların ne kadar ortak yanları var, ne kadar farkları var. İşte bu nokta.
1.Bazen herkes o kadar ayrı ve özgün geliyor ki bana, herkese aşık olasım ya da herkesten nefret edesim geliyor.

2.Bazen herkes birbirine benzemeye başlıyor, tabi ben de... Böylesi zamanlarda insanlar hakkında düşünmeyi bırakıyorum, sıkıyorlar beni, tabi ben de. Napıyorum? Gidip bir bardak su içiyorum, odamı topluyorum ya da uyuyorum.

3.Bazen tam herkesin farklı olduğunu düşünürken birini veya bir şeyi görüyorum kendimden çokça bir parça bulduğum. İşte o zaman,ya ikimize de aşık olasım geliyor ya da nefret edesim. Genelde nefretle sonuçlanıyor.

9 Şubat 2011 Çarşamba

Tam da gözlerimin önünde hayali bir sinek görüyorum diyecektim ki,gerçekmiş

8 Şubat 2011 Salı

What are we living for?

Evet, dün gecenin ortalarına doğru telefonumun şarjı bitti ve doldurmak istemedim. Hala da açmadım telefonumu. Hem de bugün bir arkadaşımla buluşma planımız vardı, dolayısıyla iptal oldu ve şu an kimbilir neler düşünüyor... Ama bundan sonra haftada bir gün telefonumu kapatıcam, kafama göre kimi gördüysem onunla takılıcam o gün. (abimi gördüm mesela, ne kadar ilginç) Fena olmuyor, gördüğüm kadarıyla.

Bugün bana mesaj atan veya beni arayan insanlaraysa özürlerimi iletiyorum. (en başta da bu gün 4te buluşmayı planladığım arkadaşıma) Başta bir üşengeçlik olan şarjsızlık eylemi en sonunda başlı başına bir tercih oldu. Telefonsuz 24 saatten sonra, gece bakıcam bakalım kimler aramış.

Bu hareketimi yargılamanızsa hiç umurumda değil. Çünkü çok saçma ve çocukça olduğunun ben de farkındayım.

Herneyse, bu da uzun süren suskunluğuma bahane oldu... Şunu farkettim ben insanları seviyorum, valla. Ama yetişkin olanlarını. Çocukla , bebekle işim yok benim. Nefret ediyor bile olabilirim. Ve çocukluğumda çok aksi ve mutsuz olmamın sebebi de buydu... Kendimi sevmiyordum, çünkü ben de bir çocuktum. Her çocuk gibi iki yüzlü ve çıkarcıydım. Sonuç olarak, kendini sevdirmeyen, sürekli ağlayan, annesini gıcık etmek için yemek yemeyen ve hasta olan bi çocuktum. İdeal bir çocuktum yani, itici ve salak. Neyse ki büyüdüm.

Yaşlılığaysa bayılıyorum, ölüm kapının ucunda. Hiç hissetmediğin kadar yakından hissediyorsun o'nun nefesini. Tamamen çaresizsin, oyunlar-entrikalar işe yaramamış, koca bir hiçsin. Ve artık bi tarafların tutuşmuş anlamsızca saçmalıyorsun.

İzdivaç programlarına katılan yaşlı amcaları da çok seviyorum, son dakika golü atabilmek için rakip sahada tüm kuvvetleriyle koşturuyorlar.

Yaşlı kadınlardaysa garip bir melankoli var. Eğer çok paran yoksa, yalnız ve tutkusuz yaşamak zorundasın. He, bir de annesin ya, torununun sırtındaki çıbanı bile düşünmek zorundasın gerizekalı gibi. Sen sadece beslemek ve büyütmek için varsın çünkü. Bu yaşlı kadın konusunda çok güzel bir örneğim var; ananemin annesi. 2 yıl oldu sanırım o öleli. Zor ve acılı bir ölüm sayılırdı onunki. Esasında ondan çok ona bakanlara zor olan bir süreçti. Ama o, trt'deki bir türkü programıyla neşelenebiliyordu, aynı şekilde bir anıyla hüzünlenebiliyordu da. Çevresindeki herkesi kullanmaya, hayatın kötü ve çirkinliğinin acısını çıkarmaya çalışıyordu. Hayatta, yalnızlık ve ihanetten başka bir şey görmemişti çünkü. Onun özellikle huysuz olma çabasına büyük bir saygım oldu hep. Ama ananemi üzüp, ağlattığındaysa , içinden çıkamadığım bir ikileme kapılıyordum. Ananemi kimsenin üzmesine dayanamıyorum.

Bu biraz yalan oldu, başa gelen çekiliyor elbette. Dayanamam dediğin her şeye dayanırsın bu hayatta.

Ve gel gelelim benim yaşlılığıma. Eğer ben yaşlanırsam bu benim için büyük bir mucize olur. Fazla söze gerek yok.

3 Şubat 2011 Perşembe

.

onların çevresinde görmek istemedikleri duvarlar
aralarında tamamen gözlerini kapayanları da var
ama bilirler ki duvarları unutamazlar ve aşamazlar
ebediyet dediğin tedbirini almış
O kadar!