30 Eylül 2010 Perşembe

let me hear your scream!

İyi ki varsın metal müzik, iyi ki varsın heavy, iyi ki varsın black sabbath, iyiki vardın dio, iyi ki varsın ozzy. iyi ki dünyanın bu periyoduna denk gelmişim.

O an kendimi o kadar ait olduğum yerde hissettim ki...
Ama ne yazık ki, gerizekalı bir sürü insan var. Tamam anlıyoruz içki içiyosun, aa hem de viski.. tamam da al bi tarafına sok onu hangı akla hizmet onu atıyosun insanların hıncahınç olduğu bi yere. piç kurusu. keşke bunu görse.

en sevdiğim şarkıyı kaçırdım gibi bir şey oldu.. eline sağlık. keşke sen olmasaydın orda.

---

Ozzy canımızın köpükleriyse belki de beni yarın zatürre edecek olan yegane sebep.
Güzeldi, çook =)

dio için şarkı çaldın ya, aferim sana. onu senden çok seviyorum ama olsun senın de giderin hat safhada.
-
Kafam uyuştu. nokta.mrcrowley.com

29 Eylül 2010 Çarşamba

Rear Window

Şans diye bir şey var mıdır? Bazı insanların neden her işi ters gider?
He, bir de şans nedir?

27 Eylül 2010 Pazartesi

ilk

Bir aradan sonra tekrar döndüm. Tatilde düşündüklerimle ilgili yazı yazmayı planlarken okulun başlamasıyla beynim ve zamanım birden doldu. E tabi ne kadar ayak yapsak da hepimizin üniversiteden ve ilk gününden beklentilerimiz vardır. Bunları karşılamayan garip bir gündü.
Zaten ilkokul/lise 29 ekimi gibi geçen kısa bir öğrenim gününden sonra okuldan ayrıldım. Taksim'de gezi parkında Sahaf Festival'i var. Sanırım yarın son günü. Oraya gittim, 2-3-5-7-10 liraya bir sürü kitap var, plaklar var mesela 100 liraya bi gramofon vardı o çok iyiydi.
Böyle işte, ya beynim dolu ya günüm.
Bugünkü kıssadan hissemiz şu; tamam günün de dolu olacak ama beyninin doluluğunu engellemeyecek. Beynini ve gününü kıvamında yürüteceksin.
Ben şu an bunu ayarlamaya çalışıyorum. Düşündüklerimi unutmadan not etmem gerekiyor yoksa çorba olabilirim. Zira çok kompleks bi beyne sahip değilim.

23 Eylül 2010 Perşembe

yaza veda

Eylülün sonunda tatile çıkmanın haklı huzurunu yaşıyorum. Okul sebebiyle her günüm kalabalıklar içinde geçecek. O günlerden önce böyle bir sakinlik çok iyi gitti.
Kime bir şey sorsak 'sezon bitti ya ondan böyle' yanıtını alıyoruz. Ama o kadar memnunum ki bu durumdan. Koskoca Altınoluk'ta bi emekli tayfa var bi de biz.
Bugün yaklaşık 3 kilometre kadar yürüyerek ydalgaların iyice coştuğu bir yerde denize girdik. Sahil bize emanetti. Kısacası en kötü günün böyle olmasını isteyecek kıvamdayım.
Bu arada yazılan yorumlara cep telefonumun azizliği sebebiyle cevap veremiyorum.
Okunulan; erich fromm- özgürlükten kaçış

19 Eylül 2010 Pazar

ilk paragrafla diğer kısmın sıkı bir bağlantıları yok ona göre okuyun

Nostalji tamamen kişisel doyumsuzluklarımızın ve ölüm korkumuzun dışavurumu. Soruyorum; kaç defa şu an çok güzel bir an, hiç bitmese.. diye düşündünüz. Peki kaç defa, ah ne de güzelmiş o günler, keşke dönebilsem.. diye düşündünüz.
2. sorumun cevabı eminim ki çok çok daha fazladır.
----
Önemli olan "carpe diem" diye zırvalayıp dururuz lakin anı falan yaşamayız biz. Geçmişi özlemekte ya da gelecek hayalleri kurmaktayız. Aklımızda hep geçmişe ya da geleceğe dair fotoğraflar vardır. Şu an yaptığım/duyduğum/düşündüğüm herhangi birşey hemen bana o fotoğrafları hatırlatır.

Annenden yediğin ilk tokadın fotoğrafı, ilkokula başladığın günün fotoğrafı, kardeşinle küçük boy cipse yumulmuşken çekilen bir fotoğraf, lisede öğretmenlerle dalga geçerken yavşak bir poz verdiğin fotoğraf, kalabalık bir sofranın fotoğrafı, eski ramazanlara binaen soğuk havada pide kuyruğundayken çekilmiş bir fotoğraf.
Bunlar gözünün önüne geldikçe herşeye rağmen geçmiş daha güzeldi, daha saftı, herşey bambaşkaydı, nerede eski bilmemneler diye düşünürsün. Eminsindir şu an geçmişten çok daha boktandır.. Hem daha dur gelecek var.. Süpersonik bir gelecek kuşkusuz.. Geleceğe dair fotoğraflara dalarsın sonra;

Kendini televizyon ekranında gördüğün bir fotoğraf, istediğin işle uğraşırkenki huzurlu fotoğrafın, evleneceğin insanla çok ilginç ve sıradışılığınızı temsilen çekilmiş bir fotoğrafın, hayallerini kurduğun evin kapısında anahtarı deliğe sokmuşken çekilen bir fotoğrafın....
Kısacası photoshoplanmaya mahkum olan bir yığın fotoğraf vardır aklında. İlerde hep o resimlere ulaşacağını düşünürsün. Eminsin çünkü gelecek bu fotoğraf albümü gibi olacak, bugün kesinlikle daha önemsiz ve kötü bir gün.
Bugünle fazla muhattap olmaya gerek görmezsin.
Amannn bugün de böyle geçsin, nası olsa gelecek var. Jude Law gibi kocam olucak mesela bugün sap gezmişim ne önemi var!

17 Eylül 2010 Cuma

Metropolize hayatlar



Bugün metrobüste bir adam gördüm. 30lu yaşlarında, sıska ve kısa bir adam. O an metrobüsteki acelesi en az olan insan gibiydi. Arada saatine bakıyordu ama sanki vakit biraz hızlı geçmiş olsa der gibiydi saate bakışları. Cebinden bir kağıt çıkardı okumaya başladı, ufacık bir kağıttı halbu ki ama en az beş dakika kağıdı okudu. Defalarca. Sonraysa kağıdı yırtıp avcunun içinde tutmaya başladı. Bunlar olurken adam benden uzaktaydı kağıdın neyle ilgili olduğunu anlayamadım. Ama sonra adamın yanı boşaldı ve oraya oturdum.
Telefonu çaldı, onun tam zıddı heycanlı bir ses geliyordu telefondan.
-Bilmem daha çıkmadım 5 gibi gelebilirim ancak bekleticem. (saat 2bucuktu bunu dediğinde gideceği yer çok ekstrem değilse 5 te ancak orada olabılmesıne imkan yok)
-Banyo yapmam gerekmişti.
-Kağıt mı(elindeki kağıt parçalarını yerde duran çantasının içine attı)
-Yok ben almadım onu
-Sanmam, profösör değil mi adam
-Yok geçti zaten gerek yoktu aslında. (bunu dediğindeyse sol kolunun damarındaki şişliğe baktı)
-Tamam, acele ederim.

Telefonu kapadı. Zaten Zincirlikuyuya gelmiştik. Metrobüsten indik ve kaybettim adamı.Ben bir arkadaşımı bekledim biraz. Arkadaşımı beklerken bu adamın metrobusun karşı tarafına geçmiş, demin geldiğimiz yönün tersine giden metrobüse binip geri döndüğünü farkettim. Koltuğuna oturup uyumaya başladı.
Saat 5teki randevusuna oyalanmak için acaba kaç defa gidip gelerek oyalanacaktı.

Nedenoldukiböyle

Kısıtlanmak çok lanet bi olay. Ve yazamama halimi veya istediğim şeyleri yazamama halimi ona borçluyum sanırım. Bununsa tek bir çözümü var ki ben çok üşeniyorum.
Burayı sadece izlediğim filmler, okuduğum kitaplar üstüne yapasım var.

Al işte yine yarımbırakmanın planlarını yapıyorum...

14 Eylül 2010 Salı

Kimkiminlenerdenezamanne

"Kendisine tutulan kişideki bu ilgi çekici değişimin en az farkına varan Baron'du, yani bu duruma neden olan insan. Çünkü kim dönüp de gölgesine bakar ki?"

Okuduğum bu iki cümleden sonra yine yeni sorular edindim. Bir insan bir insana kendinden kaybedecek derecede nasıl bağlanabilir? ve onun gölgesi olmayı kendine kabul ettirebilir?
Bunlar aslında su yüzüne çıkmasa da çoğu ilişkinin vazgeçilmezi mi? Yoksa bu kadar bağlılık ve tutku içeren ilişkiler bizlere eskilerden kalmış hikayeler mi?

Bir diğer açıdan da;

Kendisine bağlanmış birine nasıl davranmalıdır insan? Ya da nasıl farkedebilir ki ipuçlarını? Gerçekten gölge hep ardında mıdır bu durumda? Güneş hiç arkamızdan gelmez mi?

Peki;

Kadın ve erkeğin bağlılıkları benzer midir? Bir cins diğerinden daha bağlı diye genellenebilir mi? Kimin daha çabuk ilgisi dağılır? Hangi cins karşıdan gelen ilgiyi daha kolay farkeder?

Ya da;

Kimler gölgeye sahip olmaktan mutludur? Bu insanlar bencil midir? Yoksa farkedemeyecek kadar saf mı?

11 Eylül 2010 Cumartesi

10 Eylül 2010 Cuma

Tespit tespit üstüne

Her şeyden çabucak bıkan, ha bire daldan dala atlayan insanlara maymun iştahlı ya da doyumsuz yaftası yapıştırırız ya. Aslında tam tersi şöyle bir boyut var. O insanlar başladıkları bir işe hemen doyarlar ve bırakırlar. Aslında doyumsuz değil, aksine çok çabuk doyan insanlardır.
Yok ben bizim bi arkadaştan biliyorum

8 Eylül 2010 Çarşamba

Bak işte bunu herkes yapmaz

Hayatta yenmem gereken en önemli şey alçaklık psikolojim. Süslü püslü tanımlamalardan uzaklaşırsak da özgüven problemim demem yanlış olmaz heralde.
Hep bunu yenmeye veya yok saymaya çalışırsın. Ama bi şekilde bi yerlerden çıkar. Acındırmaya mı çalışıyosun kendini diye düşünebilirsiniz. Halbuki genelde bu insanlara acımaz ki kimse, kendilerini ait hissettikleri alçağa yerleştirirler zihinlerinde. O kadar. Ve ek olarak da böbürlenirler, ahah ben kendime çok güvenirim, narsistim biraz ya da egom sağlamdır... gibisinden uzaklara kısık gözlerle baka baka konuşurlar.
Ben de ara ara bunlardan oluyorum. Biriyle yeni tanışıyorsam, olmadığım biri gibi, özgüveni çok yüksek biri gibi davranıyorum. Ama bu bir şekilde siliniyo. Ve baktığımdaysa zayıflıklarını saklamaya çalışan bir ben buluyorum ilişkilerimde.
Ama çok karmaşık bir durum. Ben gibi problemleri olan bir çok insan da bunu söyleyecek kadar bile özgüven yok. Bunu diyerek kendime moral vermeye çalışıp yazımı noktalıyorum.

(Yolda gezerken, film izlerken, kitap okurken... hep olmak istediğim insanı yaratıyorum kendime. Tüm bu ezik fikirlerimi bir gün çocuk yapıp üstünde denemeye kalkışırsam, onu zavallı annesinden alabilirsiniz)

Memolici miydik, Deli Yürekçi mi?


Hayattaki başarılarımı anlatan bir yazı yazmam gerekiyordu. Ve aslında ne kadar başarısız olduğumu farkettim. Yani boş olduğumu bi nevi. Ya da bana göre çok basit bir şey belki başarı olabilir, tam tersi de.
Ama şöyle bir gerçek var ki, hiç birimiz 6 yaşında ilk şarkısını besteleyen, 9 yaşından beri sahnelerde olan, 12 yaşında üniversiteye kabul edilen, 8 yaşında dünya satranç şampiyonu olan, 7 yaşında kitap yazan
über yetenekli çocuklardan değildik. Ve geçmişimiz lanet sıradanlıklarla dolu.

Pokemonlar ezberledik, barbielere elbise diktik, doğum günümüzü mc donaldsda yapmak için ağladık, tasoda tüm mahalleyi keptik, anneeaa para sal cips alcam dedik, ailemize ışıklı ayakkabılar aldırdık, gizlice annelerimizin kıyafetlerini giydik ya da buna benzer şeyler... bir de sabah erkenden kalkıp çizgifilmler izledik.

7 Eylül 2010 Salı

Kosmos


Yine bir film ve yine ben. Bu seferki filmimiz Reha Erdem'in Kosmos'u. Sinemada izleyerek müzik ve görüntüden x2 tat almışımdır belki de bilmiyorum ama sabırlı şekilde az diyaloglu film izleyebilenler için harika bir film.
Hatta bazı kısımları var ki anlayamadığım ve üstüne düşünüp araştırmam gereken. Çünkü çok saklı ve sembolik bir film. Her kareden çıkarılabilecek bir anlam var. Ve bunlar birbirleriyle bağlantılı.
Amma boş konuştun filmi biraz anlat derseniz de, olay kısaca şehre şaman bir adamın gelmesi. Ama böyle söyleyince de büyüsü bozuluyor. Her ayrıntıya kendiniz varmaya çalıştıkça güzel bu film.
İnsanın hayvandan üstün olmadığını, aslında pek farklarının da olmadığını tekrar bana hatırlatan da bir film aynı zamanda. Özümüzden ve geçmiş yaşantılarımızdan kopuşumuz ve aslen iki yüzlülüğümüz. Bunlar da var filmde.
Sermet Yeşil'in kuş dilinden konuştuğu sahnelerde gerçekten insandan başka bir şey izliyormuşum gibi geldi. Çok tiyatral oynamış diyenler olacaktır ama bence bu filme yakışır bi oyunculuk sergilemiş.
Kosmos kadar Neptün yani Türkü Turan da çok iyiydi. Sanki o role o kadından başkası olmazdı. Bu kadar güzel mi ötülür arkadaş.
Ve bu ikilinin birbirlerine kur yaptıkları sahne bence izlediğim en unutulmaz sahnelerden biriydi.
Hep gişe filmleri, hep yabancı filmler olmaz biraz da kaliteli yerli yapımları izlemek lazım. İzleyin derim ben.
Not: Müzikler içinse A Silver Mt. Zion'ı takdir etmeli.
(Kosmos üstüne düşünüp bir yazı daha yazmayı planlıyorum.)

4 Eylül 2010 Cumartesi

nelermiş

Zoraki sosyallik denen şeyi yapmaya uğraşmak bi hayli boktan bi olay. Ve de gereksiz, herkes zamanla bi şekilde kendine çeker anlaşabileceği insanları. Herkesle el sıkışmaya çimlerde oturmaya gerek yok. Bu da bayram gezmesi aşığı ebeveynlere söverken kendi ürettiğimiz bi sosyal çılgınlık olsa gerek.
Bunları tabi o çılgınlığa dahil olduktan sonra söylüyorum. Peki elime ne geçti, şuan adını hatırlamadığım oğlanlar ve kızlar. Ve yine çevremdeki tanıdığım insanlar.

Beyin bedava.

2 Eylül 2010 Perşembe

Deepnote


Öncelikle beğenilen filmler listesine katmalık bir film izledim bugün.
The Man From Earth:
Tek bir odada geçen bir filme(sinema sanatı sonuçta göstermenin de çok önemli olduğu bir sanat) bu kadar odaklanıp, sıkılmadan izleyebileceğimi tahmin etmezdim. Sanki birisi hikaye anlatıyor ve ağzım açık izliyorum gibi. Zaten biraz da böyle sayılır; 14 bin yıl yaşamış bir mağara adamı ve anlattıkları.. İnsanların inandıklarının sarsılması karşısındaki tepkileri, 'gerçek' kavramının onlarda yarattığı kalıplar, ölümün hayatlarında ne kadar önemli bir kısmı işgal ettiği, zaman kavramı...Kısacası izlenesi.

Tam bu filmi izlerken bi telefon geldi. Şaka gibi bir haber. Ben cidden kocaman olmuşum, büyümüşüm he bunu anladım. Yoksa benden öğretmen mi olur.

Bir de çok içime sinen bir şey hazırladım. Huzur bu olsa gerek.
Garip bir başağrısıyla başlayan bir gün için oldukça keyifliydi.
Filmin bi ara beni içine soktuğu kısıtlılık fikrine rağmen.