31 Aralık 2011 Cumartesi

Kazın ayağı

Merhaba, uzun zamandır blog'a yazı girmiyorum. Bunun nedenlerini anlatmak gibi bir saçmalığa girmeyeceğim. Şu an içimde bulunduğum hisleri blogun kadim dostluğuna güvenerek yazmaya karar verdim, o kadar.

Buraya yazmadığım süre zarfında her insanın hayatında meydana gelen yoğunlukta şeyler geldi başıma. Son zamanlarda, tam bir sınırı yok kafamda ama bir çok şey değişti sanki içimde ve çevremde. Örneğin, artık bunda saklayacak bir taraf görmüyorum, bir dostumu kaybettim. Merak etmeyin, sapasağlam yaşıyor ama aramızdaki o bağ koptu diyelim. İnsanın canını acıtan bir şey. Ama her zamanki gibi bu duygumu saklamamı gerektiren bir durum olmadığını düşünüyorum ve sizin duymanızdan da çekinmiyorum.

Bunun dışında yurda çıktım mesela. Bir çok şey değişti. Sadece içinde kendimin bulunduğu bir hayat. Ama asla kendi kendime kalamayışımla tezat oluşturan bir süreç esasında. Memnunum halimden, hafta sonları eve dönmekten, evde artan süksemden ve yılmaz iki yüzlülüğümden.

Her neyse, genel anlamda da çok sosyal olduğumu söyleyemem. Çoğu arkadaşımla görüşme sürelerim bir hayli düştü. Nicesel düşüşten ziyade, nitelikte de bir değişim olduğunu hissediyorum. Hayır, sevmemekle alakası yok, kendini bir yere,bir ortama ait hissedememe diyelim. Sanki uzak bir zamandaki fırtınanın hafif esintisini hissediyorum. Ve günün birinde beni bunalıma sokacak şeylerin bu günlerden beslenmiş olacağını hissediyorum.

Bunun dışında, dünya ve ülkemizde bir sürü şey oluyor. Takip ediyorum, kimisini edemiyorum ama şunu söyleyeyim, okulu -yani dünyanın, ülkemizin ve toplumların mikro dünyasını- takip ediyorum. İnsanları inceliyorum, yargılıyorum acımadan, sonra pişman oluyorum... Bu böyle sürüp gidiyor, ben kendime genel geçer anlamlar bulmaya çalışıyorum. Belki de hiç bir şey yaptığım yok sadece bana yapıyormuşum gibi geliyor.

7/24 okul ortamında bulunmanın garip bir tarafı da var, hayatı oradan ibaret görmek. İşte bu eylemi yaptığımı hissettiğimde eve dönüyorum, mahalleye bakıyorum, esnafa, şuna, buna ve eskiden görmediklerimi görmeye başlıyorum. Diyalektikten besleniyorum, bir şey mutlak olunca ona dayanamıyorum...

Sonda söylenmesi gereken bir cümleyi de yazdıktan sonra, gelelim başka bir konuya, ben şu an halimden, her şeye rağmen memnunum. yani, şu an bazı ön kabullerim var ve Sartre'ın, varoluşçuların aksine "essence creates existence" diyorum ve esaslara bağlı varlık dünyamda yaşamayı istiyorum, her ne kadar varoluşçu felsefeyi tutarlı bulsam da...

(Not: adettendir, iyi yıllar dileyeyim. Ama birden her şeyin güzelleşmesi imkansız. Twitter'da da dediğim gibi hayat cumulative'dir.)


25 Eylül 2011 Pazar

Okul

Yarın okul açılıyo. 1.sınıfa başlıyorum. Şu an zoraki yazıyorum. Yazma hevesim modemimin anlık bozuluşuyla gitti....
Bakalım yeni sezonda bizi neler bekliyor. Herkes kendine iyi baksın. Şu hafta ve beklediğim haberi alana kadar geçecek her süre hıphızlı aksın gitsin. Yoruldum.

Geçmeyen başağrısı çeken herkese sevgilerle... Beynimiz büyüyo.

9 Eylül 2011 Cuma

Kişisel

   Yaz tatili bitmek üzere. Bu yaza dair umduğum ne varsa olmadı ve ummadığım ne varsa heh işte onlar oldu. Halimden çok şikayet edersem ummadan başıma gelenlere haksızlık ederim gibi geliyor. İşte tam da bu yüzden yazın geçip gidişine çıtımı bile çıkarmıyorum. Yazı İstanbul'da geçirmiş bir insan olarak da şunu itiraf etmekte yarar var; geçen veya bir önceki yaza göre daha serindi bu yaz. 
Bir de; İstanbul'da gezdim en azından. Baya baya gezdim sayılır. Hisarüstü'ne milyonlarca defa gideceğimi asla tahmin etmediğim bir yazdı.
Düşündüklerimi yapmadığım veya yapamadığım bir yazdı. Ama dediğim gibi, pek karamsar değilim. Bir güç hissediyorum kendimde, bakalım...
Kafam yer yer çok karıştı, yer yer de hiç olmadığı kadar netleşti. Güzel sohbetler ettim, güzel kitaplar okudum, güzel şarkılar dinledim. Bazı insanlara karşı hislerimde çok büyük değişiklikler oldu. İstemesem de oldu. Şarkılar dinledim. Öyküler yazdım. Sevdim. Yazdım. Dinledim. Anlattım. 

7 Eylül 2011 Çarşamba

Tüm Zamanların En İyi Yüz Türk Filmi

Sinema dergisi 15.yıl özel sayısında Türk sinemasının en iyilerini duyuracak. Tabi ki, internette yapılan oylama ile.http://eniyi100turkfilmi.com/ buradan yapabilirsiniz. 350 filmlik listeden 10 film seçmeniz yeterli. Hadi seçimi kolaylaştırmak adına 350 filme indirmişler ama seçim yapmak hala çok zor. Ben oylamaya katıldım fakat hala emin değilim listemden. Yarın başka düşünebilirim çünkü bir sürü film var ve hepsinin yeri apayrı. Ama naçizane, belirli sebepler çerçevesinde bu yaptığım seçimleri sizlerle paylaşasım geldi. Ayrıca yorum olarak kendi tavsiyelerinizi veya listelerinizi yazabilirsiniz. Kafa açıcı olabilir.
(oylamada bir de filmleri 10'dan 1'e puanlamamızı istiyorlar ama ben sizlerle alfabetik sırayla paylaşıyorum.)

Adı Vasfiye-Atıf Yılmaz














      Ağır Roman-Mustafa Altıoklar




















         Eşkıya- Yavuz Turgul


        Not: Sinemada izlediğim ilk film olduğu için torpil yapmış olabilirim. Bir de    keşke Yavuz Turgul hep böyle filmler çekseydi. Av Mevsimi gibi değil.














   Hacivat ve Karagöz Neden Öldürüldü?- Ezel Akay


Not: Ezel Akay bu ülkede desteklenmesi gereken azınlıktan biri.














                Kosmos- Reha Erdem
  Not: Elimde olsa Reha Erdem'in başka filmlerini de koymak isterdim.
















                   Küçük Kıyamet-Taylan Biraderler


       Not: Türk sineması için ilginç ve başarılı bir iştir. İlker Aksum oyunculuğuyla yardırır.







                 Züğürt Ağa- Nesli Çölgeçen        


















 Selvi Boylum Al Yazmalım- Atıf Yılmaz


  Not: Klasik.










                  Sevmek Zamanı- Metin Erksan


      


















                 Yumurta- Semih Kaplanoğlu
 Not: Başarılısın başarılı. Tüm üçlemeyi koydum farzediyorum.









4 Eylül 2011 Pazar

Beckett

Samuel Beckett'in de el yazısı bir hayli çirkinmiş. Benim de çirkin. Bu adamla bir ortak noktam çıktığına göre rahat uyku uyuyabilirim...

3 Eylül 2011 Cumartesi

Şiddet içerikli yazı

Az çok gündemi takip eden her insanın gözüne çarpmıştır kadın cinayeti haberleri. Özellikle son yıllarda tırmanışa geçmiş bir şiddet ortamından bahsediyoruz. Yalnızca medyaya yansıyan cinayet ve dayak haberleri değil, yüzlerce kadın gözlerden ırakta dayak yemekte, tecavüze veya tacize uğramakta. Aklıma onlarca örnek geliyor şu son aylardan, ki bunlar sadece benim ufak aklımda kalanlar.Ama bahsetmemin bir manası yok, zaten hepsi haber sitelerinin arşivlerinde bulunuyor, isteyen ulaşabilir hepsine. Benim canımı sıkan çevremdeki ummadığım insanların bile bu durumu sanki önemsiz veya abartılmış bir olgu gibi karşılaması. "Gerçekten o kadar artmış mı yani, eskiden de vardı" cılar mı dersin, "Yanlış anlama da yani erkekler de öldürülüyor." cular mı.
Siz biliyor olsanız da, artık defalarca okumuş, izlemiş olsak da yine yeni yeniden bu sayıların bir kısmından bahsetmek istiyorum. Belki bilmeyen insanlar için bir şeyleri değiştirebilir diye.

2002'de resmi kayıtlara göre 66 kadın öldürülmüştü, erkekler tarafından.Bu sayı 2007'de 1011, 2009'un ilk 7 ayında 953 e ulaştı. Ve 2011 itibariyle de günde ortalama 5 kadın ölüyor. Bu insanlar turşu suyu muhabbeti yüzünden kavga sırasında ölmüyor. Bu insanlar çoğunlukla kadına biçilen roller, kadının suçluluğa yatkın oluşu, cinsel isteksizlik, boşanmayı istemesi, başka bir ilişkisinin olması gibi sebeplerle ölüyor.

Cinayetler dışında bir de intihar gerçeği var. Bir çok kadının intihar haberi de yansıyor medyaya. Bazılarının baskıyla zorla intihara sürüklendiğini tahmin etmek güç değil. Ve intihar rakamları da o kadar can acıtıcı ki. Sadece Şanlıurfa'da 2011'in ilk altı ayında 149 kadın intihar etmiş.Güneydoğu'daki illerin çoğunda da buna benzer rakamlar var.

Kadın cinayetleri, Kürt sorunu gibi Türkiye'nin bir gerçeğidir. Ama ne yazık ki hakkında doyurucu yazı bulmak çok zor. Bianet, Radikal, Cumhuriyet takip edebildiğim kadarıyla bu duruma en çok yer ayıran ve yazılar paylaşan gazete/site durumunda. Onlarda bile inceleme yazıları çokça bulunmamakta. Bulunsa da benzer şeylerden bahsedilmekte.

Son zamanlarda okuduğum kadına yönelik şiddete dair en ilginç yazılardan biri dünkü Cumhuriyet Bilim-Teknoloji ekindeydi. http://bilimteknik.cumhuriyet.com.tr/?hn=273910 şuradan okumanızı tavsiye ediyorum. Kadına yönelik cinsel şiddeti azaltmanın yolunun kadın haklarına ısrarla odaklanmaktan geçtiğini öne süren yazıda primat davranışlarından hareketle insan toplumlarına dair çıkarımlar yapılmış.

Evrimsel açıdan bize en yakın hayvanların primatlar olduğu düşünülürse, aslında çok da yerinde bir hareket bu. "Kadına baskı kurma çabasının , eşitsizlikten ve bunun da insanın doğasından kaynaklanan bir özellik mi yoksa bu durum söz konusu olayların yinelenmesini önleme konusundaki başarısızlığımızın bir sonucu mudur?"  cümlesi yazının en önemli kısımlarından biri.

Yazıda "Primatlar ve İnsanlarda Cinsel Baskı" adlı bir kitaptan bazı bilgiler de veriliyor. Siz yazıyı okuyun ama eğer üşeniyorsanız özetleyebilirim. Mesela, Japon makakları, babunlar ve şempanzelerde cinsel baskı erkeklerin cinsel davranışlarında bir taktik olarak kullanılıyor. Ama Bonobo'larda durum tamamen farklı. Dişi egemen bir topluluk olan Bonobolarda, erkekler sadece kadınları destekleyici davranışlarda bulunuyor. Bu farklılığın genlerden çok kültüre bağlı olduğuna değiniliyor. Mesela bir başka yerde doğup o topluma gelen erkekler de oradaki davranışı benimsiyorlar.

Kısacası genlerin, fiziksel farkların arkasına saklanmak pek de mantıklı görünmüyor. Eğer şikayetçiysek bugünkü eşitsizliklerden yapmamız gereken şeyin ısrarla kadın haklarına değinmek olduğunu söylüyor yazı. Bence de çok güzel bir yaklaşım ve güzel bir yazı....

1 Eylül 2011 Perşembe

lebowski

İnsanın bir gün içinde başına bir sürü şanssızlık, kaza, bela gelirse bir yerden sonra koyverir gider ya. Yani bana ve çevremdeki bazı insanlarda olduğunu farkediyorum en azından. O anlar belki de insanın en mutlu anı oluyor. Hani koyvermişsin, ne olursa olsun farketmez o saatten sonra. Gün içerisindeki veya daha uzun bi süreç içerisindeki çabalarını, ufak sorunları, uğraşıları, tartışmalarını hatırlarsın ve hepsi sana suyun içinde amaçsızca çırpınmalarmış gibi gelir. Şanssızlığını bağrına basar ve anıra anıra gülersin. Kısmen sarhoş olursun artık aldığın darbelerden. Biri küfretse öpesin gelir. Biri derdini anlatsa umrunda olmaz. Yani hep aynı şeyleri farklı cümlelerle anlatıp durduğumun farkındayım, böyle bi durum var.

Ama o süreç de biter. Ayılmaya başlarsın yavaş yavaş. Yüzüne hayatın gerçekleri çarpar. Başarısızlığını deminki gibi kucaklayamıyorsundur. İçinde bir boşluk hissi oluşur. Saatlerdir güldüğün için ağzın hala yayvan vaziyettedir ama gözlerin boş bakar. Küfür etmeye başlarsın, kafanı yavaşça yastığa koyarsın. "olmazsa olmasın be. lanet gitsin!"

28 Ağustos 2011 Pazar

benden çok var.

Benden milyonlarca olması hoşuma gitmiyor. Ya beni özel yaratıcaktın, ya da yaratmıycaktın. Bu ne allahısen. Evet sen. Sanki ruhumda farklı olan bi yön varmış da beynim yetersiz kalıyormuş gibi hissediyorum. iq testlerinden de korkuyorum. Vallahi dert şu var olmak. Yahu ben varım da, binlerce gereksiz şey niye var. bana ne onlardan. Sanırım bu dünya gerçekten benim etrafımda dönmüyor. Dönseydi böyle olmazdı. Şimdi hepsi bir rüya deseler uyansam şu 19 yıllık maceramdan kendi kendime küfrederim, bilinç altına bilmem ne diye. Olacak iş değil.
Yok hayır, hiç yoktan yere ekmek, su, elektrik falan harcıyorum ben. Yazık günah, belki benim yüzümden çok zeki, gelecek vaat eden bir insan ölüyor bir yerlerde. Dünyanın tek sorunu bu bence, gereksiz, haddinden fazla insan var. Kuru kalabalık.
Ben açık açık söylüyorum spam kutusuna atsalar benim gibileri kırılıp gücenmem. Format istiyor bu dünya format. Gelin bana deyin ki, şu saatten sonra senin gibileri kaldıramaz bu dünya, senin canını alsak da hak eden insanlar medeniyeti geliştirse. Yemin ediyorum, hayır dersem şerefsizim. Amaaa bi dakkaa. Beni alıp, benim gibileri bırakacaksan olmaz! Onlar yaşarsa ben de yaşarım.

Cumhuriyet Gazetesi

Uzun zamandır Cumhuriyet gazetesi okumuyordum. Nedeni aslında bir çok şeydi. Adam akıllı gazete almıyordum, alırsam da genelde Radikal oluyordu tercihim. Ama Radikal'e soğudum şu aralar. Yüzeysel köşe yazılarından ibaret gelmeye başladı, haber servisi hala çok sağlam ona bir lafım yok. İnternette yine ilk okuduğum gazetedir Radikal.
Bu sabah kahvaltımdan sonra, pazar kahvesinin yanına Cumhuriyet almış babam. Son zamanlarda hangi gazetenin bulmacası çoksa onu tercih eden babamın bu yaptığına şaşırdım esasında. Her neyse, açtım gazeteyi okumaya başladım. 2. sayfadaki kadına şiddetle ilgili haber gözüme ilişti, doyurucu bir haberdi, bilgilendirici. Hemen yan sayfada bayramın ilk kaza haberini gördüm. Boy boy fotoğraflar ve acının pazarlandığı haberlere benzemeyen 3.sayfa haberi gördüm iki tane. Ne mide bulandırıcı, ne de üstünkörü. Olması gerektiği gibi, basının haber verici misyonunu hakkıyla yerine getirerek ...
Sonraki sayfada Ali Sirmen'in çok hoş bir yazısı vardı. Sokak müzisyenleri ve seslerini artık duy-a-mayışımızla ilgili hoş bir yazı.
Böyle böyle geçen sayfalar. bilgilendirici haberler, güzel röportajlar, sergi haberleri...
Reklam görmekten insanı yormayan, eski Cumhuriyet gibi kazıklaşmış ideolojik fikirlerle insana sıkıntı bastırmayan başarılı ve okunası bir gazete var ortada.
Cumhuriyet gazetesinin Türk medyası içerisindeki duruşunun farkındayım. Ama ben her hangi bir şey üzerinden insanları sınıflandırmaktan hoşlanmadığım için sadece bir gazete olarak görüyorum Cumhuriyet'i. Şöyle de bir durum var;bir basın organı, içerisinde barındırdığı gazeteciler dolayısıyla taraf olmak durumundadır. Tarafsız habercilik diye bir şey çoğu zaman lafta kalır. Haberi tarafsız verebilsen bile, yorum kısmı(ki belki de en önemli kısım) taraflık halini içermek durumundadır. Biliyorum ki bir çok insan da kendi görüşlerine ve değerlerine yakın gazeteler okumaktan hoşlanıyor. Ama ben mümkün olduğunca farklı gazeteleri okuyup, mümkünse aynı haberi farklı yerlerde okumaya çalışıp ona göre görmeye çalışırım gerçekleri. Ama koyu, bağnaz, akılsızca yapılan haberlere, suçlamalara, ahkam kesmelere insanın bir yerden sonra sabrı kalmıyor. Bu da ayrı bir sorunsal. Ama ben bu ülkede her fikrin layıkıyle savunuculuğunu yapan bir kaçar tane de olsa iyi gazeteci olduğuna inanıyorum. Tek sorun şu; iyiyle kötü yanyana içiçe, insan bazen seçemiyor...

İyi pazarlar
Şehir insanı aydın duygu Şirinevlerden bildirdi. Her şeye rağmen birazdan cam silecek gibi görünüyor. Gazeteyle cam çok güzel siliniyor bu arada.


23 Ağustos 2011 Salı

sun is on my side

doy daray daray.

Büyükbaş hayvan ve deniz birbirine ne de çok yakışıyormuş.

10 Ağustos 2011 Çarşamba

ş

Şu zamanda sıkıcı bir insan olmamak çok zor. Mesela ben, artık yazarken bile sıkıldığım saçmalıkları sizlerle paylaşmak istemiyorum. Sizi düşündüğüm için. Ama kimi bloglar var ki, yazılar su gibi akıp gidiyor, manalı şeyler anlatmasa da kendini okutuyor. Ben asla onlardan olamayacağım.

O yüzden eğer bunu okuyorsan şu anda, bu blogu neden takip ettiğini sor bi kendine. Mantıklı bir cevap bulamayacağını düşünüyorum. Bulursan eğer bana da söyle de belki özgüvenim yerine gelir.

Demem o ki, siz siz olun Tosun Paşa'nın hamam sahnelerini izlemeyin. Çok fena çok.

26 Temmuz 2011 Salı

Beni hatırladınız mı?
Ben yarimbirocker diye blog hesabı alıp, kendi halinde yarım bıraktığı şeylerden bahseden bir blogcuydum. Her nasılsa, yarım bırakıntılarımı da yazmayı yarım bırakıp, serbest atış sürecime girdim. Aralarda durgun dönemler, saçmaladığım dönemler, depresif yazılar yazdığım dönemler gibi pek çok dönem yaşadık birlikte. Bazense, rakı mezelerinden, Bergman filmlerinden, gittiğim konserlerden bahsettim size.
Döndüm dolaştım, başa döndüm.
Yarım bıraktığımı farkettim yine bir çok şeyi. Ve yine yarım bırakma kararı aldım bir şeyi. Buna değecek inşallah. Hem kimseler sormasın istiyorum, hem de buradan ilan edercesine yazıyorum. Ama bilin ki, bu sefer bir tek kendim için yapmıyorum. Yok aslında, yine kendim için...
Yarım bırakma huyu olanlar ya da maymun iştahlılar bilirler ki bir işten hevesinin kaçması için, yarım bırakman için ufacık bir mazeret bile yeterlidir.

Herkes kendine iyi baksın. Ciddiyim, hava sıcaklıkları ve kısmi bir gündem takibi insan fizyoloji ve psikolojisine onulamaz zararlar bırakabiliyor.

Chuck Berry'den My ding a ling dinleyin dostlar. Çok alakasızdır konumla ama olsun.

10 Temmuz 2011 Pazar

I

Tuvaletimi yapıp, ellerimi yıkayıp,sandalyemdeki yerimi almam toplamda bir buçuk dakikamı almıştı. Televizyonun sesine takıldı kulağım, program veya dizi sesi değil, televizyonun sesi. Belki kınayacaksınız fakirliğimi ama yine de söyleyeyim; bu tüplü televizyonlarda, sesini kıssanız bile çıkan çirkin ve sinsi bir ses oluyor. Bilmem, sizin ince televizyonlarınızda da var mı. Güzel eşyalarınızı kıskandığımı sanmayın, sadece mutsuzum ve kontrolünü yitirdiğim aklım ara ara sizin şeridinizi ihlal ediyor. Günaha giriyorum, gözüm varmış gibi malınızda. Tövbe Allahım, inan ki kıskanmıyorum!

Ne geldiyse başıma kıskanmamaktan geldi. Kimsenin malına, sevdiğine yan gözle bakmamayı öğrendim ben ilk önce, kimseyi kıskanmamayı. Sen geldin, seni de kıskanmadım. Neşeni, güzelliğini, gülümsemeni kıskanmadım. Yanılmışım demek istemiyorum masumiyetin hakkındaki fikirlerim için. Sen masumsun, suçun yok. Ben suçluyum. Keşke suçlu olduğumun yarısı kadar da kıskanç olsaydım.

II

Sabah kalkmışız, daha doğrusu ben senden önce kalkıp kahvaltıyı hazırlamışım. Filmlerden öğrendiğim bütün romantizmi iyi niyetimle sunmuşum sana. Ne yapayım, budur ancak elimden gelen. Neyse işte, uyanıyorsun. Daha seni ağız tadıyla öpemeden cümlelerle açılıyor ağzın; "Ahmet yok mu?". O gün sabah işe gitmişti Ahmet, en yakın dostum. Maket gemiler yapardı küçükken, büyüdükçe hayalleri de küçüldü mü nedir, sigortacı oldu. Kazandığı paralarla tüm dostlarına, en çok da bana rakı sofraları kurmaya, kahkahalarıyla doldurduğu hikayelerini anlatmaya bayılırdı. Hiç unutmam bir keresinde, yirmi otuz kişiye mangal yapmıştı da, konuşmaktan ve konuşurken duman solumaktan bayılıp kalmıştı. Bu hikayeyi sana anlattığım gün, yine bir çilingir sofrasında, gözlerini kısıp ; "Ciğerlerin yüreğin kadar sağlam değilmiş Ahmet!" demiştin. Sonra da bana boşalan bardağını işaret etmiştin de fişek gibi kalkmıştım masadan. Mutfağa girdiğimde camdan huzurla baktım size, hayatımın en huzur anındaymışçasına; "Şanslıyım lan, sevdiklerim yanımda.".

Şu an sen yoksun, Ahmet desen belki de arkamda dikiliyor, beni izliyordur. Bir ara da onun ziyaretine gitmeli. En son gittiğimde pembe menekşeler -senin en sevdiğin çiçekler- vardı toprağında. Sen diktin onları oraya biliyorum. Kusuruma bakma, bir tanesini koparıp yanıma aldım, senin benden aldıklarına karşılık.

III

Hiç konuşkan olmadım ben, pek beceremem iki lafın başını bağlamayı. Okulda hiç sözlüye kaldırılmadım bu yüzden, vakit kaybına karşılık kanaat notlarını kullanmayı yeğleyen öğretmenlerim vardı. Bir defa hiç durmamacasına iki dakika kadar konuştum, şimdi o iki dakikanın pişmanlığını duyuyorum. Gelmeseydim keşke o gün evine.Belki tekrar gülümserdin bana, belki her hafta Ahmet'in mezarına birlikte gitmeyi bari kabul ederdin.

Hani izlettiğin bir film vardı ya siyah-beyaz eski bir film, Jules ve Jim. Hani şu iki yakın arkadaş ve bir kadını anlatan. Biliyor musun, nefret ediyorum o filmden.

Beni o filmdeki Jules yapmak istediğini Ahmet'in öldüğü gün anladım. Ama ben, o kavat dediğim herif kadar bile olamamışım, senin boylu boyunca uzandığın hayatımdan gitmene göz yummuşum. Seni öyle kıskanmamışım ki, gözümün önündeki gerçeği bırak kabullenmeyi , görmemişim bile.

Ah Ahmet'im biliyor musun hala kıskanmıyorum Leyla'yı senden, hala kinlenmiyorum sana ve ona. Ne farkın kaldı Jules'ten demeyin bana, o kıskanıyordu, kıskanmasa farkeder miydi sevdiği kadının dostuna bakışlarını, kıskanmasa kabullenecek bir şeyi olur muydu hiç?

Geç kaldım, lanet olsun hem de çok. "Olsun, ne olursa olsun... Gitme yanımdan Leyla, Ahmet'in anısı dolaşsın yanımızda ne yazar!" Duraksız konuştuğum iki dakikanın bir kaç saniyesi bunları zırvalayarak geçti. Bu sefer kısa konuşan sendin, parmağına batıp hayatını kabusa çeviren bir kıymık kadar kısa hem de."Burayı temizliğinle kirletme ve git, artık oyun bitti."

9 Temmuz 2011 Cumartesi

Daha yenisi çıkana kadar en yeni kayıt

Günaydın
Güneş
Metrobüs(her zaman)
Saç
Lucky Strike
Böyle
Değil
An
Olmaya
Geldim
El
İlk
ler
Nerede
Bir
Yeni
Mesaj
İyi Geceler

3 Temmuz 2011 Pazar

Kafam her zamankinden daha az karışık ama hala karışık

Biliyorum duymak istedikleriniz bunlar değil,
Modemim bozuk, internete giremiyorum.
O yüzden blog da yazamıyorum.
Şimdi de internet buldum ama canım yazmak istemiyor.
Merak ediyorsanız söyleyeyim, ben iyiyim.

Klapaucius !;!;!; AMİNN!

17 Haziran 2011 Cuma

Dikkat: Günlük içerikli yazı


12 kişilik bir ekiple, kısa film çekmek amaçlı Kastamonu'ya gittik. Orada geçirdiğimiz, bize 15 gün gibi gelen 4 günden sonra bugün sabah İstanbul'a geldik. Kah yorulduk, kah panik olduk, kah güldük, eğlendik... Güzel günler geçirdik, bu yaz sezonunun ilk yolculuğunu da yapmış oldum böylece. Hem de yaz sezonunun ilk kısa filmi oldu, umarım kendi filmimi de çekeceğim bu yaz...

Anlatacak onca şey düşünürken beş cümlede tıkanmamı sizlerin beni anladığınızı düşünmeme borçluyum. Kendinize iyi bakın, lys'ye gireceklere başarılar...

7 Haziran 2011 Salı

More than things

Okulun son günüydü bugün. Zaman ne kadar hızlı geçiyor değil mi? Sanki daha dün....

Yok, hayır, hayır... Ben şu an 6.30'da kalktığım her sabahı teker teker hatırlıyorum... Bazen derste bir kelimeye baktığımı sanıp sözlükte Q'nun kuyruğuna baka baka hipnotize olduğumu da biliyorum. Ve, o tahta sandalyelerde kıçım ağrıdı yalan atamıycam ama süngerli olanlarının ayak dayama demiri yok....

To sum up, çok şey öğrendim bu yıl, geçen sene olsa schedule'ı okurken utanırdım.

26 Mayıs 2011 Perşembe

Artık kısa cümleler kuruyorum. Subject + Verb + Object

Beni bu güzel havalar mahvetti, yine hasta oldum. Yine burnum tıkandı, yine bademciklerim aşka geldi. Futuristik bir bünyem var, gar gar sesler çıkararak nefes alıyorum. Mevcudiyetimi ispat ediyorum sanki dünyaya. Dur daha ölmedik, diyorum. Alarm saatinden beş dakika önce uyanıyorum, çünkü esasında beş dakikada bir uyanıyorum. Baykuş gibiyim, baykuş. hem memeliyim, hem de uçucam muçucam diye kasıyorum. Memeli dediğin inek gibi olmalı, yunuslara da sinirliyim. Balıktan memeli mi olurmuş? utanmasa omurgasız olacak hayvan!

19 Mayıs 2011 Perşembe

devrim vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi.

Ben yaşım itibariyle hiç bir güne devrim ihtimaliyle uyanmadım.
Deprem ihtimaliyle uyandım,
Bomba ihtimaliyle uyandım,
Bazen yeni daldığım uykumdan yanıp sönen şehir ışıklarıyla uyandım,
Bir keresinde uyandığımı bile bile uyanmamış gibi yapmaya çalıştım dolu gözlerimle,
Hırsızların yokladığı bir gecenin üstüne uyandım,
Akşamında hasta olup yataklara düşeceğim bayram sabahlarına uyandım,
Kötü haber gibi çalan telefona uyandım,
Acaba uyanmadım mı dediğim bir sabaha uyandım.
Hala kendimi inandıramadım...

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Ben mesela

bana göre şu an ev kazaları videolarından daha komik bir şey yok. bi de işte bisikletten düşmeli, etekleri havaya uçmalı, korkutmalı videolar.
düşünsel her aktiviteye karşıyım bu günlerde.
internette de hazır her şey yasaklanacakken
kör gözüme parmağım yapıp, burayı porno sitesine çevirip blogumu engellettiresim var.
ben çok distopyalar duydum, okudum böylesini görmedim.
Çok sıkıldım mı diye düşünüyorum, sıkılmak değil başka bir şey bu.
Keşke hepberaber matrix'de yaşasak.
Bir kez daha demiştim sanırım burada, ense kökümden girseler şöyle.

1 Mayıs 2011 Pazar

Akp 2011 seçim şarkıları

Karşı apartmanımızın alt katındaki dükkanı akp kiralamış seçim işleri yürütmek için. Ve sabahın 9 undan akşam bilmemkaça kadar seçim müzikleri açıyorlar. İlk gün bu ne kardeşim hastası var, bebeği var diye bağırdım adamlara. İkinci gün balkona çıkıp amaçsızca durup seçim şarkısı dinlemek dışında işi olmayan dayıları kameraya çektim, rahatsız olup kapattılar müziği. Ama her gün her gün bu müzikle uyanmaya başlayınca, bir yerden sonra bağışıklık kazandım. Evde de müzik falan açmıyorum, camlar balkonlar açık seçim müziği dinliyorum. Hatta ezan okununca onlar kapatıyor müziği, o noktada ben devreye girip açıyorum bilgisayardan devam ediyorum dinlemeye.

Hayde:
En saykodelik şarkı.
Düşman görsün patır patır patlasın,
çatlasın falan gibi bir girişten sonra
bi daha bi daha bi daha diye devam ediyor.
Sonrasındaysa en mükemmel seçim cümlesi dökülüyor;
düşünme nedir diye
vur mührü, vur mührü, vur mührü akparti'ye
... favori şarkım bu.
http://www.youtube.com/watch?v=86Y1jEyqWi8&feature=related

Şimdi tam vakti:
Özellikle rock versiyonu müzikal olarak insanı doyuruyor. Sözleriyse klasik seçim müziği. ak ak akparti gel şimdi tam vakti. Yalnız şarkıda bi athena havası var he...
2023 bizim hedefimiz, cumhuriyetimizin 100. yılında ,
ister doğudan gel, ister batıdan
ister sahilden ister içerden gibi kucaklayıcı sözleri var.
http://www.youtube.com/watch?v=XdHDMzIdBoA

Bi daha bi daha:
Daha bi 90lar club şarkısı gibi ya da western ezgileri de mi var ki bilemedim.
Sözlerindeyse pek bir numara yok.
Bir daha, bir daha, umut dolu yarınlar için falan. Sıkıcı bir şarkı.
http://www.youtube.com/watch?v=3f-p8DzGbws&feature=related


İlla ak parti:
Burda da doğu ve iç anadolu karması bir müzikle seçmenine sesleniyor ak parti.
illa ak parti diyor.
Başarısız bir Ankaralı turgut şarkısı gibi. Link falan vermiyorum.

Dönmem geri:
Bu da kafamızı onca şarkıyla şişirdikten sonra, dinlendirmek için seçilmiş bir şarkı. Çok hüzünlü çok.
Dönmem geri senin yolundan...

27 Nisan 2011 Çarşamba

İyi.Kötü.Ciddi

Gençler bilmemne bilmemne miyiz!
hoppa hoppa

tarzı cümleler kurmayalım artık. Gençler'i rahat bırakalım.

25 Nisan 2011 Pazartesi

Pseudoscience

her insan salaktır.
1)bazıları salaklığını saklamaya çalışır

1_a)kimileri çok başarılıdır salaklıklarını saklama konusunda, işte onlara dahi falan deriz
1_b)kimileriyse saklamaya çalışırken eline yüzüne bulaştırır, onlara ucuz uyanık ya da gerzek deriz. ben öyle diyorum en azından.

2)bir başka grup ise, tamamen koyverir, salaklığını örtmeye çalışmaz. onlara da salak deriz, katıksız salak deriz. mal deriz. işte onlar asil duyguların insanlarıdır. onları çok severim. böyle akıllı gibi davranırken bile, gözleri ben salağım diye bakar. Ama sakın onlar salak diye, zararsız sanmayın. Salak olduğu için neyin ne kadar zarar vereceğini bilmez, kendine de size de zarar verebilir.

Bana kalırsa, 1_b grubundaki insanlar en nefret edilesi, en hayatta yer verilmeyesi, en fitne , en orospuçocuklarıdır. Onları takmamalı, mümkün mertebe kendimizden uzak tutmalıyız.

En sevdiklerimse, tabi ki 2.grup. Salak insanları hep daha çok sevdim. Ama işte bu salaklık rafine bir salaklık olmayacak, içinde yapaylık, art niyet barındırmayacak. Ne kadar saf bir salaklık varsa bir insanda, onu o derecede çok severim.

Hayatımdaki insanları şöyle kabaca bir analiz ettiğimde görüyorum ki;
yüzde 3 lük gibi bir azınlık salaklıklarını saklama konusunda başarılı(1_a grubu). Yani dahi olmasalar bile sağlam zekaları var.

yüzde 17 civarında da 2. grup üyesi var. Katıksız salak yani

Geri kalan yüzde 80 ise 1_b grubu, salaklığını saklamaya çalışıp beceremeyen orospuçocukları.
.
Sakın üzülmeyin karşınıza hep 1_b grubundan insan denk geldi diye. Çünkü yaptığım araştırmalara göre 1 tane 2.gruptan insan yaklaşık 4 tane 1_b grubu insanının verdiği sosyal ve duygusal doygunluğu veriyor.

17 Nisan 2011 Pazar

Feysbuk varmış, Feysbuk yokmuş

Farkettim ki 4 aydır Facebook kullanmıyorum
Belki merak etmişsinizdir diye,bu 4 ayda hayatımda ne değişti onları analiz etmeye çalışıcam...

1. sevdiğim insanları daha çok aramaya başladım.
aslında bu büyük bir yalan. ilk zamanlarda (ve kısmen hala) çoğu kişiyle iletişimim kesildi. ama bana mesaj atan, arayan insanlara hemen cevap vermeye çalıştım. yok ya ona da çalışmadım, bir hafta önce mesaj atan ve hala cevap vermediğim insanlar var. Gördüğünüz gibi sosyal beceriksizliğim konusunda Facebook'un hiç bir etkisi yokmuş.

2.aynı insanları daha çok görmeye başladım.
Yani, zaman olarak belki daha çok arkadaşlarımla birlikteyim ama hep aynılarıyla birlikteyim. Facebook varken, milyon farklı insanla konuşuyordum.

3.arkadaşlarımın doğum günlerini kutlamamaya başladım.
Cevap basit, Facebook hatırlatıyordu doğum günlerini. Bir arkadaşımın doğum gününü kutlamayı unuttum, bi kaç gün önceydi. Hala da aramadım, stres oldum çok fena. Niye hala aramadığımı da bilmiyorum. Keşke görse. Çok üzüldüm. Çünkü o bu tip şeylere önem veren biri.

4.katılınan aktivitelerin fotoğraflarından mahrum kalmaya başladım.
Kimse benim olduğum fotoğrafları maille atıcak kadar böyle üşenmez, böyle ne biliyim benim derdime düşmüş olmadığı için benim sosyal hayatıma dair hatırladığım en son fotoğraf ekim ayından falan sanırım. İtiraf etmek gerekirse, bazı fotoğraflara abimin facebook'undan bakıyorum.

5.eskisinden daha az batak oynuyorum.
Ne batakmış ya, Facebook'u bırakmadan önceki bir kaç ay fena sarmıştım batak oynamaya... Şimdi sadece orta kantin'de oynuyorum.

6.uzun süredir Can Yücel, Küçük İskender şiiri görmedim.
Belki şimdi başka şeyler modadır o alemde, beni kınamayın.

7.derste canım sıkılırsa ekşisözlük'e falan giriyorum.

8. Daha az iğrenç espri yapıyorum.
Yüzyüze ilişkilerde risk almaktan korktuğum için esprilerimi kendime saklıyorum. Hatta onları inşa etmekle meşgulken, birisi bir şey sorduğunda bönbön bakıyorum. Sonra geçip gidiyor.
Espri demişken, Kirv'em All esprimi Facebook'ta yapmıştım, kimse hiç bir tepki vermemişti. Bazen insanları anlamakta zorlanıyorum. Ya siz salaksınız, ya ben.

9.daha mutluyum oh mis, facebook büyük bir yavşaklık falan gibi saçma yorumlar beklemeyin. bazen daha mutluyum, bazen mutsuzum. öyle işte, sıkılıyorum arada... arada çok eğleniyorum, iyi ki kapadım ki yaa! diyorum. Kolay uyum sağlıyorum, o yüzden tekrar açasım yok.

14 Nisan 2011 Perşembe

It is the way how to use it

Çok komik şeyler oluyo. Trajikomik falan değil, bildiğin komik.
Biri bir şey demişti, kim olduğunu hatırlamıyorum;
"Hayat komik, insanlar trajik." diye. Bu söz de çok saçma.
Her şey o kadar saçma ki.

Herkes birbirine kelime şakalı espri yapma derdinde.
Fransız arkadaşımız, Türkiye'ye de Fransız... tıs tıs tıs tıs
obezlere şişko diyedsajdjd ahahhahaha
listeye 12. sıradan girdik , hedefi de onikiden vuracazz
biz size şifre yok demedik ki, var ama sor bi nasıl var;
yanlışlıkla şifre var orda. yersen.

lan, bi de bilerek yapsaydın demezler mi insana?
derler derler..

ya bu kadar komik bi ülkede hala metroda, otobüste insanların suratı asık ya, ona şaşırıyorum ben.

şu an kimse kendini kontrol edemiyo, bütün cinleri tepelerinde... Şaka yapmayalım dostlarım, bugünlerde biraz var bizde.

10 Nisan 2011 Pazar

Böyle böyle şeyler

cuma oldu cumartesi oldu pazar oldu, olur yani bir şey diyemezsin.
kimi zaman hızlı ilerler, kimi zaman geçmek bilmez
bazen karnın ağrır, bazen gözlerin acır, bazen uyursun
fazla uyanık kalırsan, gözlerin bulanmaya başlar
rahatsız bir tekli koltukta bile kestirirsin
sonra evine gidip saatlerce uyursun,
uyanırsın yani devamı sıradan hikayeler,
ama mesela nar ekşisinden kan üretmek sıradan değildir,
2 saat içerisinde 10 kere akbil basmak da sıradan değildir,
bir gece boyunca 20 fincan kahve pişirmek de sıradan değildir,
ama bunları hep yaparsan, bunlar da sıradan gelecektir...
eğer her şey sıradan gelmeye başladıysa, çok sıkıldıysan şu videoyu izle iyi gelecektir
ama çok da izleme, sıkacaktır.

http://www.youtube.com/watch?v=2mS-RKbO8jQ&feature=related

6 Nisan 2011 Çarşamba

her akşam

Böyle oynattıkça farklı iki resmin görüldüğü ufak kartlar var ya, hani cipslerden falan çıkardı.
İşte ondan gördüm bugün ve aklıma, o karta böyle tırnaklarını sürtünce çıkan sese dayanamayan bir arkadaşım geldi. Dağ gibi çocuk ama gel gör ki, vıj vıjj diye ses çıkartınca o karttan hacmini yarıya indirip gözlerimin önünde büzüm büzüm büzülüyor. du yani büzülüyordu. Baya oldu görmeyeli, aklıma geldi.
Sonra ilkokulda bir arkadaşım vardı; birisi burnunu kaşıyınca o da kaşırdı hemen. Ama arada unuturdu, yani tikli olduğunu iddia eden bir insandı kendisi. Ama böyle çıtı pıtı tatlı bişeydi. Severdim, onu da görmeyeli en az bir sene oldu.
Geçen sene her sabah gidip çay içtiğimiz Mustafa Abi vardı mesela. Onu görmeyeli de çok oldu.

Şimdi her gün görüştüğüm insanlarla da ilerde aylarca yıllarca görüşemiycem. Ne güzel bir şey bu. Herkesin hayatında sürekli bir devirdaim var. sürekli ve devirdaim kelimelerini kullanışım "nüans farkı" gibi oldu.

Hadi bakalım, fizy açılmış. Size benden bir şarkı.
http://fizy.com/#s/2488r4

4 Nisan 2011 Pazartesi

Nükleer

Her yanımı nükleer enerji sardı.
Okulda essay konularımızdan biriydi nükleer enerji ve etkileri. aynı zamanda yarınki sınavımda da büyük ihtimal yazı yazmamız gerekecek.
Ayrıca bir film projemiz var, senaryoda Çernobil'den etkilenen bir aile anlatılıyor. Daha ziyade bir kişi anlatılıyor. Onu da bu ayın sonuna yetiştirme çabalarımız var. Hadi bakalım.
Son olarak da Fukuşima Daiçi nükleer santraliyle ilgili ve açılacak olan Akkuyu nükleer santraliyle ilgili bir sürü habere denk geliyoruz haliyle.

İşte bu kadardı.
Bana sorarsan nükleer enerji şerefsizin önde gidenidir derim.

Merak ediyorum Türkiye enerjisini nükleer santralden karşıladığı zaman, seçim öncesi insanlara birer kavanoz plütonyum ve uranyum dağıtacaklar mı?
Evet, içimde bir Levent Kırca yaşıyor.

3 Nisan 2011 Pazar

El.

Sıkıldığın anlarda bir else ihtiyacın, anlarım
Benim ellerim sana el değil, bilirsin
Bir kez daha el olmam lazım
Elime ulaşabilmen için.
Ama gitmen mi lazımdı?
Elimi tutmasan da olur dedim
Ten renklerinin arasında... Çeşit çeşit
Elim de olmayıversin
Tüm kadınlar orospuydu nasıl olsa
Ellerin elini de tutardı onlar
Sen gibi. Hep böyle kadın ruhluydun zaten
Kadınlar da köpekti.
Şimdi yorgunsun eminim,
Ellerin yorulmuş, dudakların yorulmuş.
Bir el arıyorsun hala
Hani bana demiştin ya; ellerin olsun umurumda değil diye.
Şimdi anlıyorum, ellerim ellerin olmuş umurunda değil.
Bir bilene danışmışsın,
Eldivenler giymişsin renk renk, boy boy
Lafların gibi.
Değişmişsin, değiştirmişsin.
Bense ellerde kaldım, başkalarında unutuldum.
Ele güne karşı, sabaha karşı, dosta düşmana karşı
Ama karşı karşıya
Ben farklı maske takmışım, sen farklı eldiven
Bir gün yeniden karşılaşmışız.
El olan ellerini tanımamışım bile.
Yine giren girmiş, rahatlamışız.
Başlangıcımızı bitirmişiz bile hatta.
Bir gün yine yalnız kalmışsın,
İşte o gün, sol elin olup gülmüşüm sana.

29 Mart 2011 Salı

Uzak uzak bir galakside bir canlı türü varmış. Hayatın karışık mı, basit mi olduğunu düşündükleri süre kayıp zaman olarak değerlendirilirmiş. Öldükten sonra uzun süre arafta kalırlarmış bu yüzden.(bir nevi uzatmalar) bunlardan bir tanesi ölünceye kadar kararını verememiş ve araftayken de düşünüp didinmeye devam etmiş. Sonunda Tanrı dayanamayıp bu kişiyi yanına çağırmış;
-Senin kararsızlığın yüzünden ilahi gücümü sorgulamaya başladım. Sorununa cevabını bul ve sonsuz mekanına kavuş. Tam anlamıyla ölü sayılmıyorsun ve ölümsüzlüğe ulaştığın söylentileri bana kadar geldi.
demiş.
Bizimkisi cevap vermiş;
-Tanrım, ey uluların ulusu. Sen her cevabı bilensin, bu sorunun cevabını söyle ben de kurtulayım artık sonsuz hayatın ızdırabından.

Tanrı uzun süre düşünmüş.... O kadar zaman geçmiş ki bizim eleman hayatın karışık bir şey olduğunu düşünüp ahirete gitmiş bile.

26 Mart 2011 Cumartesi

türlü heyecanlar, şakalar, komiklikler

Çocukluğumda hassas bünyeli ve yaşıtlarından çok ufak bir insan olduğum için , anasınıfına gittikten sonra bir yıl evde durup ertesi sene okula başlamamı düşünmüşler. Hani arkadaşlarım beni ezmesin falan diye.
Kısacası bizimkiler anasınıfını bitirdikten sonra beni bir yıl evde oturtmaya karar verdiler. Ama ben okulların açıldığı gün ağlamaya başlayıp 48 saat susmayınca çarşamba günü gidip okula kaydettirdiler.
Eğer işte ağlamayıp uslu uslu evimde otursaydım, bugün sınava girmiş olucaktım.

Evet, hayat çok ilginç.
Bugün motosikletten düşmemiş de olucaktım aynı zamanda.
Çünkü sınavda olucaktım.

18 Mart 2011 Cuma

Yek

Haber vermeden gitmişsin
Aslında şaşırmadım, öyle gelmiştin ya zaten
Merak ediyorum, en çok hangi mevsimi özlüyorsun
(Ama var ya, mevsimler de bir garip artık)

Kış, kış...
Karda yürüyüp izini belli etmemeyi de başardığına göre kış olmalı...
Yollar kapanmış, tüm dostların uzakta
Elinde çayın, yanında ben
Ya da başkası
Mühim mi?

Bahar olamaz, baharda aşık olur çünkü insanlar
Güzel havalar mahveder seni de.
Benim gibi, ertelenmiş bir öksürük oturur boğazına
Duyamayız birbirimizi baharda,
Zaten tahammülümüz de yoktur

Ben seni hiç yazın görmedim,
terlerken yüzünün alacağı şekli bilemiyorum
Kızarıyor bile olabilir suratın güneşten.
Eğer tatile gitseydik,
Elinde bira, kenarında sahilin,
Kafamızda şapka olurdu.
Ben kesin göğsünden kıl koparırdım, sen çift derdin
6 tane sayardım ben de.
Belki, birbirimizi daha çok severdik.

Sonbaharda doğmuşum biliyorsun,
hep ağlayasım geliyor ekimlerde, eylüllerde.
Pek umursamıyorum
Seni bile.

11 Mart 2011 Cuma

Mutlu olmaktan korkan insanlar var ya da ilgi mi çekiyorlar ki onlar



Herkese selam. Farkındayız ki blog'a yazı yazma hususunda bir takım zorluklar çekmekteyim. Vakit darlığı ve ufacık beynimin kapasitesini zorlayacak şeyler düşünmesi bu durumu tetikleyen etmenler olabilir. Hem artık proficiency'den korkmaya başlayıp, ödevlerimi eksiksiz yapmaya çalışıyorum. Ama haftaya sanat grubunda yer aldığım bir kısa filmin çekilip bitmesiyle biraz ferahlıycam.
Belki abartıyorum ama uykusuzluktan ve yorgunluktan elim ayağım titriyo geceleri. Belki de soğuktandır bilemedim şimdi. Soğuk demişken, bu hafta mükemmel bir şey oldu. Ne oldu? Kar yağdı, tabi ki çok sevindim. Evimin civarları pek kar tutmasa da, okulda gayet mis gibi kar tutmuştu. Tabi ki de, kar topu oynadım. sonuçta hepimiz çocuk ruhlu insanlarız, kardanadam yapmadığımıza dua etsinler. Aslında, kardan adam yapsaydık keşke ya.
İşte böyle, kar yağınca hayat enerjim yerine gelmişti. Ama bugün hava ısınmış falan böyle güneş. Neyse, hayat hala güzel yani. Niye "hala" dediğimi bilmiyorum. Zaten güzeldi.
Sen de güzelsin.:)

Yarın nihilist olmak, blogun arka planını siyaha çevirmek ve 18 yıllık bilgi birikimimin ispatını içeren yazılar girmek dileğiyle.... Bugünlük beni affedin.

5 Mart 2011 Cumartesi

4 yaşındaki kuzenim Back in Black'i izledi... Tek bir şey söyledi
-Umut abi, flütü elinde taşıyabilirdin.

4 Mart 2011 Cuma

Düşman kavî tali zebun...

Gündemi takip edebilmek çok zor.
Bir yerlerde bir şeyler olmaya devam ediyor, biz bunların kaçta kaçına ulaşabiliyoruz.
Ulaşıyoruz da ne oluyor,
güvensizlik ve önemsizlik hissi sadece.
Çok duygusalım bakın, tehlikenin farkında mısınız? gibi cümleler kurasım bile gelmiyor.
O cümle hiç bana göre değil zaten. Sen ateşi bir tehdit olarak görmeyen birine, bak dumanlar yükseliyor, alevler burayı da saracak dersen.. Sadece demiş olursun.

dünya aslında sirke benziyor. Böyle bir şiir yazmak isterdim ama söyleyecek pek bir şeyim yok.
Hakikaten, şu aralar söyleyecek pek bir şeyim yok.
Önceden söylediklerimi tekrar etmek de çok sıkıcı
içimdeki boşlukla bir yerlerde açık kalmış camın arasında acayip bir rüzgar var.
Ve bu rüzgar hepinizde var biliyorum. Sadece bazılarınız kalın hırkalarınızın altından hissedemiyorsunuz.
O kalın hırkalara da kısaca postmodernizm diyorum ben.
O hırkalar sizi böyle aptal etti işte.

yüreklerin kulakları sağır
hava kurşun gibi ağır...

26 Şubat 2011 Cumartesi

Uzlaşmak bizim işimiz

Depo İstanbul'da düzenlenen uzlaşı temalı ve 4 ülkede gerçekleştirilecek olan atölyeye katıldım. Yani bu ilk günü bi de yarın var. 4 hoca var işte biri Fransız, biri Alman, biri Ermeni ve biri Türk. Hepsi Fransızca bildiği için Fransızca konuşuluyor atölye kapsamında ve tabi ki bizim gibiler için de simultane tercüme var..
Çok eğlenceli şeyler yaptık bugün.
Bir de şunu anladım, bu atölye bir ay sürse ben Fransız olarak çıkarım burdan.
Valla anlıyorum hep.
Zaten konumuz da uzlaşı olduğu için, farklı dilleri konuşarak anlaşmak da çok değerli ve anlamlı oldu esasında.
Artık o kadar uzlaşmıştık ki Serj diye telaffuz ettiğimiz bir hocamızla damat halayı, harmandalı ve bir adette adını unuttuğum Ermeni halayı oynarken bulduk kendimizi.
Eğlendik coştuk, kam aldık dünyadan.
Ve bilinç, farkındalık, uzlaşı gibi konulardan bahsettik. Bir de tabi Ermeni-Türk ilişkilerinden.
Bu Serj denen hocamızın da dedesi Bursa'da doğmuş,büyümüş ama Ermenilere uygulanan baskılardan dolayı Türkiye'den ayrılmış.
İşte, Serj de 16 yıl boyunca Bursa'da belgesel çekmiş hatta. Sizden iyi olmasın çok canayakın, eğlenceli bir insan kendisi.

Yarın hiç bitmese ya, ben çok eğlendim bugün.
Bir sürü insanla tanıştım.
İyi oldu.
Son olarak

bildiğim tek fransızca cümleyle bitiriyorum yazımı;
elavukuşavegmua.

Yazılışını bilmiyorum. Evet jömöpel Duygu var bi de

21 Şubat 2011 Pazartesi

Fidanın gül açan dalı varsa, ben o fidanın fidanlığından şüphe ederim.

Geyik muhabbeti yapalım mı? dedi
Biliyoruz ki ha deyince yapılmaz,
Dur da şöyle boş boş oturmanın zevkıne varalım, dedim.
Sonra aklıma komik bi haber geldi anlattım ve geyiğin dibine vurduk.

Siz ne isterseniz , ben onu veriyorum size
Bilinçsizce yapıyorum bunu hem.
Çelik ayna gibiyim ben, benle dertleşmek istiyosun ya mesela
Kulaklarımı dört açar dinlerim, arada bişeyler söylerim falan
Senden ne gördüysem öyleyim yani.

Ama aslında yalan oldu biraz bunlar, sen gel bana çelme tak yere düşür, üstüne bi de tekmele böyle
Ben gelip de sana, canım benim naptın böyle demem, diyemem yani. Tekme de atmam
İntikamı soğuk da yemem. Yemem, hiç tarzım değil.
Öyle yerde yatar bakarım sana, acı bana diye ya da başka bi sebepten bunu ben de bilmiyorum.

Bazen derim ki birine heh gel dertleşelim
Bakalım neymiş numarası
Düşünürüm, onun anlayabileceği bir cümle kurarım; içinde saçma bir can sıkıntısı barındıran
Sonra der ki, geçer ya
He, doğru lan geçer tabi... der ve keserim orda muhabbeti
Demek ki böyle bişimiş dertleşmek.

Bunlar, bu anlattıklarım, tamamen hayal ürünüdür, yersen.
Gerçek kişi ve kurumlarla alakası yoktur, yersen.

Bergman'ın Kadınları

Bergman'ın bir çok filminde oynamış şu kadınlara bakar mısınız? Hepsinin kendine has bir havası ve güzelliği yok mu?... Bergman işini biliyo he.

Harriet Andersson
Bergman'ın çok genç yaşlarda keşfettiği bir oyuncu ve hatta Bergman beyle romantik bir ilişki yaşamışlığı da var. Zaten Bergman'ın kimle bi ilişki yaşamışlığı yok ki. Bu ablanın oyunculuğuna şapka çıkardığımız filmlerin başındaysa Through a glass darkly ve Cries and Whispers geliyor.






Bibi Andersson
Harriet'le soyadları aynı diye ben bunları kardeş falan sandıydım bi ara, siz de sanmayın. Bibi, Bergman'ın kadın oyuncuları arasında benim favorimdir. The Seventh Seal'de yaban çileği yiyişine hasta olunası kadın. Persona ileyse artık oyunculuğunda rüştünü ispatlamak bi yana "alem buysa kraliçe benim" demiştir. Kısa saç çok yakışıyor bir de.
Bildiğim kadarıyla Bergman Bibi ile bir ilişki yaşamamış ama inanmıyorum ben buna. Bergman bu güzelliğe kayıtsız kalmış olamaz.







Ingrid Thulin
Bu kadında da kendine has bir hava var. Bunun diğerlerinden birazcık daha maskülen olduğunu söylersek yanlış olmaz. Ve ve ve, The Silence'da da rahatlıkla göreceğimiz gibi çok güzel sigara içer bu hanım abla, sanırım resim de bu filmin setinden.
Winter Light'da bir mektup okuma sahnesi ve Cries and Whispers'daki cam parçalı,kanlı,acılı sahne bile bu kadının oyunculuğunu anlamaya yeter.





Gunnel Lindblom
İlk olarak The Seventh Seal'da gözüme çarpan vahşi bir seksapele sahip kadın. The Silence ve Virgin Spring'de de o delici gözleriyle bizleri etkilemiştir. Bu da diğerleri gibi bir çok Bergman filminde oynamış bir oyuncudur. Çok seksidir ama kimi filmde insana ekrandan fırlayıp katliam çıkaracakmış hissi verir.





Liv Ullmann
Bu da Bergman'ın prenses süreyya'sı işte, uzun süren bir birliktelikleri olmuş ve pek tabi ki bir çok Bergman filminde oynamıştır. Norveç sinemasından ihraçtır. Liv Ullmann deyip de Persona'dan bahsetmemek olmaz. Tamam güzel olmasına güzeldir ama Persona'daki oyunculuğunun üstüne pek bir şey katamamıştır.

19 Şubat 2011 Cumartesi

Rakı masası best oflarım


O kadar şanslı bi ülkedeyiz ki rakı gibi güzel bir içkiye , herşeyden önemlisi rakı masasının adabına, muhabbetine, efkarına sahibiz. Özenilen mezeler, masadaki güzel insanlar ve müzik tabi ki. Genel olarak türk sanat müziği ya da arabesk müziğiyle bağdaştırılsa da esasında bir çok müzik bu sofraya yakışır. Benim en sevdiklerimden mesela Ahmet Kaya, Zeki Müren, Pink Floyd, hatta Black Sabbath bile dinlerim. Müslüm Baba da gider. Ama şimdi elimi vicdanıma koyuyorum ve tabi ki türk sanat müziği bu masanın şanındandır diyorum.
Mezelere gelirsek de, envai çeşit meze vardır aslında. Şimdi sizlere benim en çok yakıştırdığım ve vazgeçemediğim meze unsurlarımdan bahsediciğim.

Haydari

Yoğurda da bayıldığım için bana göre bu masanın olmazsa olmazı haydaridir. Haydari ve kızarmış ekmek versinler büyük bir zevkle içerim rakıcığımı.
İçeriğindeyse bildiğim kadarıyla, pek tabi ki yoğurt, dere otu, peynir ve sarımsak var mıydı ya. Onu unuttum bak.





Acılı Ezme

Ah şu güneydoğunun acılı şaheserleri. Kebaplarla da çokça servis edilen bu güzel meze bizlere antep, urfa veya hatay şehirlerimizden bahşolunmuştur sanırsam. Evet, her zamanki gibi net bilgilere sahip değilim. Düz insan. (feminist oluyorum canım sıkılınca )







Yaprak Sarma

Ben buna ölürüm yahu. Böyle bir de ekşili olacak, of of of. Rakısız da ölüyorum ben buna. Ve söylemesi ayıp mükemmel sarma sararım. Hatta tütünü bile sarma gibi sararım. Hep dalga geçersiniz, halbu ki sebebi bu.






Kavun

Güzel bir meyve olmasının yanı sıra rakıyla hoş sohbeti olan kavun arkadaşımı da bu masaya çok yakıştırıyorum.











Tabi ki bu saydıklarımın dışında da bir çok mezecan var. Börek meze sayılmaz ama ben güzel bir sigara böreğini ya da annemin yaptığı patatesli böreği rakıyla geberesiye yerim. Başka başka,,,, mm mesela kızarmış ekmek kesin olmalı ki ezme ve haydariye banabileyim.
Neyse şimdi hazırlanmayı bekleyen bir rakı sofrası var, kendinize iyi bakın. Rakı içmeyi unutmayın.


18 Şubat 2011 Cuma

Savunma mekanizması nedir, ne değildir?

Ben kesinlikle daha eğlenceli bir insandım
Eski ben, sen ne şekermişsin ya
İstesem de sen gibi olamam mı ki? olurum ya, belki olurum
Bak sen gittin gideli kararsızlık sardı bünyemi
Bir de farkettim ki, çok ciddi bir yazı dili edinmişim ben
Sanırım böyle yaparak, büyük bir insan olduğumu kanıtlamaya çalışıyorum
Afedersiniz, bok yiyorum
Yani, ne gerek var.
Kasmaya ne gerek var, soruyorum. retoriğe bayılıyorum.

işte, eskiler alıyorum. alıp yıldız yapıyorum
musıki ruhun gıdasıdır, musıkiye bayılıyorum. Falan.

Hayal noir

Uykusuzluk sorununa kendimce bir çözüm buldum.
Yatağa sırtüstü uzanıp, gözünü tavandaki tek bir noktaya dikiyorsun.
Hayal kurmaya başlıyorsun ama öyle bilindik hayaller değil
Her şeyin istediğinin tersine gittiği, belki sıkıcı, mutsuz, boktan bir hayal
Tüm ayrıntılarıyla o hayal dünyanı kuruyorsun ve orada bir gün yaşıyorsun.
Sabah kalkışından itibaren tüm o iğrenç hayatının gününü ayrıntılarıyla düşünüyorsun.

Ve emin olun, en fazla öğlene kadar dayanabiliyorsun.
Sonra küt diye gözlerin kapanıyor.
Hani bu kurduğun hayal-noir'den kaçıp bilinçaltının kucağına atmak istiyorsun kendini.
İlginç bir nokta da şu; bu şekilde uykuya daldığınız gecelerde mükemmel rüyalar sizi bekliyor.
Benden söylemesi.

-Şey olabilir bak, rüya dediğin arzu giderimidir ya hani. Sen o kadar kötü şeyler düşünüp, kendini inandırdıkça beyninin iyiye olan ihtiyacı artıyor ve rüyalarında bu ihtiyaçların hepsini karşılıyorsun.



16 Şubat 2011 Çarşamba

At yarışsız bir toplumun hayat damarlarından biri kopmuş demektir.


Tjk'nın internet sitesinde geçmiş yılların at yarışı günlükleri var ayrıntılı. Her neyse,
Geçen yıl bugün oynanan yarışları açıp, oradan istatiki verileri bugünün atyarışı bültenine not edip, belirli hesaplamalar yapıp ona göre altılı oynayan insanlar var bu dünyada.
Ve o insanlardan birisi amcam (fikir babasıdır kendisi), bir diğeri de fikir babası olmasa da naçizane benim babamdır.

15 Şubat 2011 Salı

Hour of the wolf


Bu gece zamanı o kadar derinden usul usul hissediyorum ki...
Bir dakika, bir saat gibi geliyor diycem ama bir saat de o kadar uzun ki, sizin bildiğiniz bir saatlere benzemiyor.
Ve herşeyden önemlisi hayatla birbirimize darılmaca gücenmece yok. Sıkılmıyorum yani. Gözlerini kapatır denizin sesini dinlersin ya kumsalda, işte ben o hisse denizsiz, kumsalsız ve her şeyden önemlisi gözlerim açıkken vakıf oluyorum.
Nefes aldığımda ciğerlerimden parmak uçlarıma doğru bir titreşim yayılıyor, nefes verişimle tekrar dönüyorlar yerlerine. Ne garip bir his.
İyi değil, kötü değil zamanı böylesine hissetmek. Tam bana göre, benim gibi sıfatlandırma konusunda sorunu olanlara göre. Ulaşılmaz, boşlukta, uzayda gibi.

Buna sebep olan şey bir film. Gerçekten. Bir film izledim hayatım değişmedi ama gecem okadar uzadı ki... Siz inanmazsınız ama bu gece hiç bitmeyecek, sonsuza eriştim artık. Hem de koskoca filmin bir dakikasıyla başardım bunu. Ya da Bergman başardı bilemiyorum.
Hour of the Wolf'u izliyordum, Johan saatine bakarak bir dakikayı gösteriyor bizlere. Hissettiriyor yani. O bir dakika, hayatımın en dolu bir dakikasıydı sanırım. Filmi durdurdum o bir dakikanın bitiminde. Çünkü ben hala doyamamıştım o bir dakikaya. Ara verdim biraz ve filme devam ettim. Film fena değildi, esasında çok güzel bir film ama Bergman'ın diğer filmlerini düşününce fena değildi diyorum. Ama o bir dakika. O bir dakika hayatta yaşanmış ve filme çekilmiş en etkileyici bir dakika. Bunun için bile teşekküre değer.

ben üzülürüm, İbrahim Üzülmez

Şiddeti onaylamıyoruz di mi gençler?
E peki bu şiddet illa ki fiziksel mi olmak zorunda?
Şiddet dediğimiz eylem karşımızdaki insanın vücut bütünlüğüne zarar vermek değil midir?
Öyledir.
E peki, küfür etmek, hakaret etmek, rencide etmek gibi sözsel saldırılar da karşımızdaki insanın psikolojik ve sosyal bütünlüğünü zedelemiyor mu?
Zedeliyor tabi ki...
Ve bir yumruğun mu, bir küfürün mü daha hırpalayıcı olduğunu bilmemiz çok zor.

Futbolcular sahaya tükürsünler, hakeme ana bacı düz gitsinler, takım arkadaşlarından birine soyunma odasında küfür etsinler... Ama ya ceza almasınlar, ya da ufak cezalarla geçiştirilsinler.
Sayın Beşiktaş yönetimi şiddete karşı tutumunuzu takdir ediyorum yiğitlerim ama şu Toraman'a da bir şeyler yapsaydınız bari.

Deli İbrahim işte, Deli ya... Böyle mi ayrılıcaktın.. İlahi!
Neyse bozma moralini.

Not: Bu bloga futbolla ilgili de yazı yazdım ya, tam oldum şimdi. Ama naapayım hep başkanlarla, müdürlerle, patronlarla sorunum olmuştur, tüpçü Yıldırım'ın çakma demokrat tavırları canımı sıktı. Canım İbrahim ya , "karar verilmiş, kalemimiz kırılmış." diyor bi de.

13 Şubat 2011 Pazar

Kimyasal Hadım

Bir kaç gün önce bir blogda (http://pinkyfreud.blogspot.com/) tecavüzcülere uygulanacak cezaya dair yeni yasayla ilgili bir yazı okuduğumda yorum yapıp yapmama konusunda gidip geldim. Bu konu hakkında hali hazırda düşünürken, bir de bu konunun tartışıldığı Muhabbet Kralı adlı programa rastladım.(programın konukları ve tartışma tarzlarını çok beğendiğimi eklemeliyim, Okan dışında her şey iyiydi diyebilirim.)Baya bi düşündükten sonra da bu konudaki tüm fikirlerimi kendi blogumda etraflıca yazmaya karar verdim. Çünkü bakış açımın tamamen farklı olduğunu farkettim.

Tecavüz de bir suç ve suç olgusu üzerinden tartışılacak bir çok şey var tabi ki. Ama ben suç, ceza, suça teşvik, suç sebepleri gibi genel konu ve kavramları bir kenara bırakıyorum. Tecavüz cezasını tartışmak istediğimden dolayı da suçun tanımını yasalar üzerinden ele alıyorum ve cezaya da bu yasalar ve günümüz hukuk sistemi açısından yaklaşıyorum.

Başlıkta da gördüğünüz gibi bu yeni düzenlemenin bizlere yansıtılışındaki temel nokta "hadım"dı. Ama nasıl oluyor da bir çok insan bunu ceza olarak algılamayı başarıyor, anlayamıyorum. Çünkü bu yapılmaya çalışılan bir "tedavi"dir ve tedavi dediğimiz şey "hasta" olan bireylere "kabul etmeleri" şartıyla uygulanabilir. Halbu ki tecavüzcü hasta olmak zorunda değildir ve bir çoğu da sağlıklı diyebileceğimiz bireylerdir. Ve bu uygulamanın Batı'da kullanılıyor olması, onun tartışmasız kabul edilmesi gerektiğini göstermez. Her şeyden önce ekstrem durumlar dışında şunu göz önünde bulundurmalıyız ki; tecavüzcü de bir suçludur, hasta değil. (Hasta olduğu durumlar da olabilir, bu durumlarda da cezai indirim yapılır zaten)

Bir başka nokta da, bu uygulamanın kökeninin net bir şekilde "kısas"a dayandığıdır. Bir tedavidir, tedavinin ulaşmak istediği nokta da suçlunun cinsel dürtülerinin azalması hatta kimilerinde kadınlaşma belirtilerine ulaşılmasıdır. Yani, hırsızın elini kesme olgusuna giden medikal bir yoldur. Bir önceki paragrafta bu medikal açıdan bahsettiğim için şimdi de "kısas" noktasından devam etmek istiyorum. Eğer şu an yasalara göre bir hırsızın kolu kesilmiyorsa, bir tecavüzcünün de cinselliğinin yok edilmesi her şeyden önce tutarsızdır. İnsan haklarına da aykırıdır. Suçlu da bir insandır ve vücut bütünlüğüne zarar verilemez. Zaten kısas dediğimiz şey, o insanın o suçu bir daha işlemesini engellemeye yöneliktir, yani varsayımsal bir çözümdür. Ve varsayımlara dayanarak bir insanı bir işleme tabi tutamayız.

Şimdi de bambaşka bir açıdan yaklaşayım. Tecavüzcü bu "tedavi"yi kabul etmesi halinde tutuksuz bırakılacak. Bu tedavinin zorlu aşamalarının ve sonuçlarının olduğunun farkındayım ama sonuç olarak bu insan hayatını dört duvar arasında geçirmeyecek. E peki,bir katili de ellerinin, ayaklarının işlememesine yönelik bir tedavi karşılığında salıvermemiz gerekmeyecek mi? Tecavüzcünün de, katilin de yaptığı sapkınlığın bu daha ağır, bu daha hafif diye ölçümleme tekniği olmadığına göre hangisinin "hastalık" hangisinin "suç" olduğuna nasıl emin olabiliriz? İkisi de elbette ki suçtur ve cezalarını çekeceklerdir.Bu cezaya ek olarak da rehabilitasyona tabi tutularak onları ıslah etmeye çalışılmalıdır. Türkiye'deki en büyük problemlerden biri cezaevlerindeki rehabilitasyon hizmetlerindeki eksikliklerdir. Ve temelde yatan, hiçbirimizin karşı çıkamayacağı gibi toplumsal cinsiyet rolleri ve cinselliğin algılanışındaki problemlerdir.

Yapılmak istenen bu uygulamanın temel dayanağı penisin işlevsiz kılınması , demin de söylediğim gibi. Peki, saldırgan cinsel dürtülerin dışarı aktarımı her zaman cinsellik şeklinde mi olur? Bir tecavüzcünün artık cinsel anlamda işlevsiz olduğunu düşünsek bile, onun cinsel manalar taşıyan başka suçlar işleyemeyeceğini nereden biliyoruz? (mesela bir çok fiziksel saldırı kökeninde "cinsel" düşünce ve eylemleri barındırır.)Madem varsayımlara yönelik tedaviler üreteceğiz, buna da bir tedavi bulalım ve bu insanları ota çevirelim. Çünkü kimyasal hadımın tutarlı olması için yapılması gereken bu.

10 Şubat 2011 Perşembe

İfade

Bir blog yazarı olarak şunu itiraf etmeliyim ki; ben çok sayıda blog takip etmem. Ama dün bulduğum bir blog var, ve yazılarla o kadar çok ortak nokta buldum ki; artık kendimi garip hissetmeye başladım. İşte bu bloga yorum yapamıyorum niyeyse ve kimse de hiç bir yazısına yorum yapmamış. Mail'i falan da görünmüyor yazarın, ne yapacağımı şaşırdım. Geldim kendi bloguma yazdım.

İnsanın bir yazıda, bir insanda, bir filmde, bir şeyde kendini bulması çok ilginç. Çoğu zaman da insana kendini sıradan hissettiren bir olgu. Anlatmak çok zor, şu an aklıma gelen her düşünce o blogda yazan şeylerle az çok ilintili. Elim kolum bağlandı, çaresizim arkadaş. Yorum yapmak, sonra onun bana cevap vermesi ve bunun böyle sürüp gitmesi tarzı isteklerim de yok esasında. Sadece içimdeki bazı şeyleri farkettim o kadar.

Ben de o blogda yazanları yinelememek pahasına bu yazıyı şu noktadan devam ettireceğim. Şu nokta demişken; insanların ne kadar ortak yanları var, ne kadar farkları var. İşte bu nokta.
1.Bazen herkes o kadar ayrı ve özgün geliyor ki bana, herkese aşık olasım ya da herkesten nefret edesim geliyor.

2.Bazen herkes birbirine benzemeye başlıyor, tabi ben de... Böylesi zamanlarda insanlar hakkında düşünmeyi bırakıyorum, sıkıyorlar beni, tabi ben de. Napıyorum? Gidip bir bardak su içiyorum, odamı topluyorum ya da uyuyorum.

3.Bazen tam herkesin farklı olduğunu düşünürken birini veya bir şeyi görüyorum kendimden çokça bir parça bulduğum. İşte o zaman,ya ikimize de aşık olasım geliyor ya da nefret edesim. Genelde nefretle sonuçlanıyor.

9 Şubat 2011 Çarşamba

Tam da gözlerimin önünde hayali bir sinek görüyorum diyecektim ki,gerçekmiş

8 Şubat 2011 Salı

What are we living for?

Evet, dün gecenin ortalarına doğru telefonumun şarjı bitti ve doldurmak istemedim. Hala da açmadım telefonumu. Hem de bugün bir arkadaşımla buluşma planımız vardı, dolayısıyla iptal oldu ve şu an kimbilir neler düşünüyor... Ama bundan sonra haftada bir gün telefonumu kapatıcam, kafama göre kimi gördüysem onunla takılıcam o gün. (abimi gördüm mesela, ne kadar ilginç) Fena olmuyor, gördüğüm kadarıyla.

Bugün bana mesaj atan veya beni arayan insanlaraysa özürlerimi iletiyorum. (en başta da bu gün 4te buluşmayı planladığım arkadaşıma) Başta bir üşengeçlik olan şarjsızlık eylemi en sonunda başlı başına bir tercih oldu. Telefonsuz 24 saatten sonra, gece bakıcam bakalım kimler aramış.

Bu hareketimi yargılamanızsa hiç umurumda değil. Çünkü çok saçma ve çocukça olduğunun ben de farkındayım.

Herneyse, bu da uzun süren suskunluğuma bahane oldu... Şunu farkettim ben insanları seviyorum, valla. Ama yetişkin olanlarını. Çocukla , bebekle işim yok benim. Nefret ediyor bile olabilirim. Ve çocukluğumda çok aksi ve mutsuz olmamın sebebi de buydu... Kendimi sevmiyordum, çünkü ben de bir çocuktum. Her çocuk gibi iki yüzlü ve çıkarcıydım. Sonuç olarak, kendini sevdirmeyen, sürekli ağlayan, annesini gıcık etmek için yemek yemeyen ve hasta olan bi çocuktum. İdeal bir çocuktum yani, itici ve salak. Neyse ki büyüdüm.

Yaşlılığaysa bayılıyorum, ölüm kapının ucunda. Hiç hissetmediğin kadar yakından hissediyorsun o'nun nefesini. Tamamen çaresizsin, oyunlar-entrikalar işe yaramamış, koca bir hiçsin. Ve artık bi tarafların tutuşmuş anlamsızca saçmalıyorsun.

İzdivaç programlarına katılan yaşlı amcaları da çok seviyorum, son dakika golü atabilmek için rakip sahada tüm kuvvetleriyle koşturuyorlar.

Yaşlı kadınlardaysa garip bir melankoli var. Eğer çok paran yoksa, yalnız ve tutkusuz yaşamak zorundasın. He, bir de annesin ya, torununun sırtındaki çıbanı bile düşünmek zorundasın gerizekalı gibi. Sen sadece beslemek ve büyütmek için varsın çünkü. Bu yaşlı kadın konusunda çok güzel bir örneğim var; ananemin annesi. 2 yıl oldu sanırım o öleli. Zor ve acılı bir ölüm sayılırdı onunki. Esasında ondan çok ona bakanlara zor olan bir süreçti. Ama o, trt'deki bir türkü programıyla neşelenebiliyordu, aynı şekilde bir anıyla hüzünlenebiliyordu da. Çevresindeki herkesi kullanmaya, hayatın kötü ve çirkinliğinin acısını çıkarmaya çalışıyordu. Hayatta, yalnızlık ve ihanetten başka bir şey görmemişti çünkü. Onun özellikle huysuz olma çabasına büyük bir saygım oldu hep. Ama ananemi üzüp, ağlattığındaysa , içinden çıkamadığım bir ikileme kapılıyordum. Ananemi kimsenin üzmesine dayanamıyorum.

Bu biraz yalan oldu, başa gelen çekiliyor elbette. Dayanamam dediğin her şeye dayanırsın bu hayatta.

Ve gel gelelim benim yaşlılığıma. Eğer ben yaşlanırsam bu benim için büyük bir mucize olur. Fazla söze gerek yok.

3 Şubat 2011 Perşembe

.

onların çevresinde görmek istemedikleri duvarlar
aralarında tamamen gözlerini kapayanları da var
ama bilirler ki duvarları unutamazlar ve aşamazlar
ebediyet dediğin tedbirini almış
O kadar!

29 Ocak 2011 Cumartesi

Evet, herkese ve herşeye karşı nötr'üm

Bir şey deniyorum.
Tamamen kendi içimde, sizin farketmeniz çok zor.
Bakalım başaracak mıyım ? ya aslında başarılacak bir şey de değil.
Bakalım sonunda neler olacak?
Başarmak falan rölatif kavramlar bunlar. Ya kendi oyunlarımın içinde mutlu olacağım, ya da başaramayıp sızlanacağım.
Mutlu olmak da olmadı burda.
Mutlu olmak da rölatif.

Zaten önemi yok mutlu olmanın, mutsuz olmanın. bunu anlatamıyorum insanlara. Sonunu bildiğim bir film var ortada, onun mutlu veya mutsuz, iyi veya kötü bir film olması hiç bir şeyi değiştirmiyor. Bu film biliyorum ki bitecek. Ve sonu hep aynı. Gözün kapanıyor bir şekilde, muhtemelen çürüyorsun, garip bir kafa...

28 Ocak 2011 Cuma

Ben böyle güzelim falan filan



Evet, bu gece Bronx Pi'de Redd vardı.
Konserin özellikle duvara yaslanarak dinlediğim 2.kısmı hakkında söyleyeceğim çok hoş sözler var.
Bu adamlar gerçekten samimi. Veyahut ben neysem, yani ben bi insanda konuşulcak ne arıyorsam bunlarda var. Bi de ek olarak güzel şarkılar yapıyorlar, çalıyorlar...
Bu akşam Redd dinliycem dediğimde, "ne yani konserine gidiceğin bi grup mu o senin?" gibi garip tepkiler aldım. La dinlemiyosunuz bari, yorum yapmayın.
Ama açın dinleyin, mümkünse konserlerine gidin.
ben gibi antiromantik bi insana prensesli duygulu muygulu şarkı söylettirebiliyorlar, helal olsun onlara.
Bi de medyayla aralarının bozukluğundan, 24 yaşında kazzık kadar insanın nasıl eğleneceğine insanların burnunu sokmasından, tabiki de dünyanın içinde bulunduğu durumdan falan bahsetti Doğan(solist). Sosyal mesajlarını kısa tutup müziğe ağırlık verdiler...
Çok da iyi ettiler. Hadi kendinize iyi davranın. Son sözlerim, Redd'den gelsin.

neye inanırsan inan hepsi bilmece
çözmeyi unuturlar sıra sana gelince
biri yapmış bir resim ona benzeyeceksin
çizgilerden taşarsan pek sevilmezsin
kahveyi bile saat yönünde karıştırırken
kravatını düzeltirsin emrini yudumlarken

ve yaşarsın, yaşadığını sanırsın
tamam böyle kalsın...

27 Ocak 2011 Perşembe

Madem sizlerle arama bir soğukluk girdi, onu böyle aşabiliriz. İşte hoşlandığım bazı şeyler;


planet gibi bir yer vallahi
dumanlar çıkıyor asfaltlardan
önümde yürüyen deli bir adam
çöplükteki spagettiyi yedi

-Eskiden yazları İstanbul'dan bir kaç kaset alıp babanemlerin yanına giderdik abimle. O üç ay boyunca, dedemin radyoyu kapatmayı kabul etmesi halinde bunları dinlerdik. İşte onlardan biri de, Mazhar Alanson'un albümüydü. Hatta Cem Yılmaz'la söyledikleri Psi psi kopatım şarkısı falan vardı bilirsiniz. Hah o albüm. Bu şarkıyı ve özellikle bu kısmını çok severim, niyeyse.
------------------------------------------------------------------------------
Böyle buyurdu Kargı
Thus spake King Solomon
Yerindeydi bu yargı
Evet haklı Platon
Felsefeyi seviniz, fakat koparmayınız
Demekle özetliyor, bu dünyada yalnızız

-Bu da Tutunamayanlar'dan aklıma çakılmış asla unutamayacağım bir şiir.
--------------------------------------------------------------------------------
Çiçeklerden papatyayı, İnsanlardan Selim'i severim.

-Buysa Tehlikeli Oyunlar'dan. İleride Selim adlı birini tanırsam ona söylerim. Ama papatyayı da sevmediğim göz önünde bulundurulursa, şimdiden sana sesleniyorum Selimcim, pek umursama bu cümleyi.
---------------------------------------------------------------------------------

İyi nişan alırdı kendini asan zenci
Bira içmez ağlardı, babası değirmenci
Sizden iyi olmasın boşanmada birinci
-Çook canım sıkılıyor , kuş vuralım istersen

Ülkü Tamer'in bombastik bir şiiri.
-----------------------------------------------------------------------------------

I can't get any younger
Time has brutal hunger

Ah, hatırlayanınız var mı bilmem bu iki cümle blog sayfamın tepesinde yazardı eskiden Jim Morrison'un göğsüne doğru biyerlerde. Megadeth adlı güzide grubumuzun Time:The Beginning şarkısındandır kendisi. Pek severim.
------------------------------------------------------------------------------------

my ding a ling, my ding a ling
i want to play with my ding a ling

Tüm cinsdaşlarıma gelsin bu. Ne yazık ki mümkün değil. But this is a free country, live like you wanna live baby. diyorum. Chuck Berry'ye de selamlar.


Not: Buraya kadar okuduğunuz için teşekkürler. Fotoğrafı da, jim bile öldü bak,fazla kasma, yaşa demek için koydum. Bi de çok kurcalama. Herşeyden mana çıkarma. Ama görünen bi şeye de gözünü kapama. Basit yaşayacaksın basit.

23 Ocak 2011 Pazar

Belki de artık emeklisin

Bir şeyi inanarak söyleyeceğim günü heyecanla bekliyorum,
He ya! Can'la bekliyorum

16 Ocak 2011 Pazar

3x=12 => x=4

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi
Madde 1- Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler, birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar.

Naah!. Neymiş eşit doğarlarmış. Nereye eşit doğuyoruz ya, aklınız alıyor mu sizin? Bir de vicdana sahipmişiz, kardeşlik falan neyse bunları geçtim ben... Eşitlik kısmına takıldım.
Kafanızı kumdan çıkarın da bi bakın! Örnek bile vermek istemiyorum. (Afrika'daki aç çocuklara, Filistin'de bomba altında doğan çocuklara falan hiç giresim yok)
Bana cevap olarak, ordaki eşitlik haklar bakımından eşitlik anlamına geliyor, diyeceksiniz. Biliyorum... Yani eşitlik var.. Öylesine bi eşitlik.
"Yaa bırak bırak hakları eşit olsa nolur ya, kullanamadıktan sonra. İstediği kadar debelensin"
Bana kimse eşitliği yüceltmesin. Eşit şartlarla doğulmayan dünyada haklarca da eşitlik olmaz.. Olsa da iki yüzlülükten başka bir şey değildir, hele hele abartıldığı kadar kutsal bir şey hiç değildir.
E peki napıcaz?
Şart bakımından kötü durumda olana daha fazla haklar verebiliriz. E , bu da pozitif ayrımcılık. Yani kılıfından çıkarırsan tamamiyle ayrımcılıktır. İyi şartlarda doğana, o durumda olduğu için "tuzukuru" damgası vurup, haksızlık yapmış oluruz.

Ee, so what?
Kısa kesiyorum.. Eşitlik diye bir şey yalan. Külliyen yalan.
Tartışmak isteyen varsa bu konuyu benle, yemin ediyorum saatlerce konuşabilirim.

13 Ocak 2011 Perşembe

uçak

Ben, dünyanın "ilk" insansız uçağıyım
Marifetim çoktur
Kendim iner, kendim uçarım
Arada canım sıkılır!
yolcu uçaklarını seyre dalarım
Heer camda bir kafa,
İnanasım gelmiyor hepsinin canlı olduğuna
Dedim ya,
dünyanın ilk insansız uçağıyım,
İlk insandan bile daha yalnızım.

heaven is a place on earth

Ben kimseye bir vaatte bulunmadım
Çok eğlenceliyim, bombayım diye
Ya da dürüstüm, melek gibiyimdir falan.
o yüzden beni fazla büyütmeyin gözünüzde
Kırılmayın , kırmayın
Pasoya, kimliğe kırılmaz kaplar.

Üşenmezseniz dinlersiniz, paylaşmak istedim.
Belinda Carlisle- Heaven is a place on Earth
www.youtube.com/watch?v=vFPajU-d-Ek

12 Ocak 2011 Çarşamba

R ü y a

Bir kadın var soruyo bana ,ne yaptın, ne yazdın? diye
Anlatmaya başlıyorum ama elim ayağıma dolaşıyor bir türlü istediğim şekilde anlatamıyorum. Kem küm etmekten can alıcı noktalarını veya anlatmak istediklerimi anlatamıyorum...
Sonra kadın , aniden susturuyor beni

-Önce öğren, önce konuşmayı ve anlatmayı öğren. Konuşamayan insan yazmamalı. Hem çok kötü bir hikaye. Ben ölüm istiyorum. Hikayende ölüm yok, ben ölüm istiyorum

bu ,ölüm istiyorum, cümlesini defalarca tekrar ediyor..
Bağırıyorum, ölüm var bekle gitme, anlatıcam... Ölüm var, beni dinlemedin.. Devamında ölüm var..
diyorum.

Dinlemiyor, gidiyor.

8 Ocak 2011 Cumartesi

Black Swan


Aranofsky'nin artık yönetmenden daha da fazlasının olduğunun kanıtı. Sadece Aranofsky'ye de bağlamamak lazım filmin başarısını.Senaryo, oyunculuk, makyaj, kostüm... bir çok şey yerli yerinde. Şimdi mantıklı mantıklı yorum yapmaya kasmadan sadece filmden etkilendiğim noktalardan bahsedeceğim;

-Nina'nın hayatındaki en önemli eksiklik, içindeki kara kuğu'nun farkında olmamasıdır, bir nevi kendi bir yarısından habersiz olmasıdır. Zaten Nina steril bir hayat yaşayan birisidir, hayatı bale ve annesiyle olan ilişkisinden ibarettir. Dansına da yansıyan bu durum, onu içindeki siyah kuğuyu keşfetmeye zorlar. Keşfetme sürecinde bir şeyler yanlış gider, kendi içinde keşfetmesi gereken bir şeyi, kendine dışarıdan bakarak keşfeder. Keşfetmiştir kara kuğuyu ama artık kendine yabancılaşmıştır.

-Filmdeki her şeyi çoğunlukla Nina'ymışçasına izleriz. Birinci gözden bahsetmiyorum, hatta hiç kullanılmadı diye hatırlıyorum, Nina kendisini nasıl görüyorsa öyle izleriz yani. Pek anlamasam da bu hissi oluşturan yegane şeyin de kamera kullanımı olduğunu düşünüyorum.

-Aslında Nina'nın içindeki Black Swan'le kastedilen şey, kötülük, kıskançlık ve şehvettir. Hatta Thomas (hocası mı neyse artık) ilk olarak cinsel anlamda kendini farketmesini ister Nina'nın. Çünkü Nina sanki üstüne ölü toprağı serpilmişçesine donuk ve ihtirassız görünmektedir. Black Swan olmaya da böyle başlar zaten Nina, kendini farkederken kendine yabancılaşmaya yani. Önce şehveti keşfeder, sonra kıskançlık ve en sonunda da kötülük. Hepsini de kendi kendine keşfeder, aslında kıskandığı da, kötülük yaptığı da ,şehvet duyduğu da kendisidir. Bu bağlamda filmdeki erotik sahnelerin yerli yerinde olduğunu düşünüyorum, umarım kesintiye uğramadan yayınlanır.


-Filmin fragmanında da gördüğümüz Black Swan metomorfozu filmin görsel anlamda şaha kalktığı nokta. Anlatıp büyüsünü bozmak istemiyorum, çok büyüleyici. Ve çoğu ana akım filmde olduğu gibi filme sadece pragmatik olarak eklenmiş ve yapay duran bir kısım değil. Napmışın be Darren abi. Ciddiyetimi koruyamıycam kusura bakmayın.

-Ve ve ve ve oyunculuk, Natalie Portman ablamızı Leon'da sevdik ve açıkçası güzelliği dışında pek de hayran olduğum birisi değildi... Ama bu filmde kah masum kız olsun, kah nefret dolu kara kuğu olsun.. hakkını vererek oynamış. Filmin tümünde ve bale kısımlarında vücudunu çok iyi kullanmasının yanı sıra bakışlarıyla yakıp yıkmıştır adeta.

-Natalie'yi övüp Mila Kunis (lily)den bahsetmemek olmaz. Yardımcı kadın oyuncu Oscar'ı bekliyoruz kendisine. Oscar demişken, bu film Oscar'da Inception'u tokatlamazsa eğer jüri üyelerinin evlerini basıp hayatı onlara zindan etmeyi düşünüyorum. Tamam Inception seyirciye aksiyon da sunuyor ve belirli bir felsefeden bir parmak ağzınıza çalıyor olabilir ama bu filmdeki size ne olduğunu hissettirmeden her şeyi anlatma başarısı ve düşündükçe farkedilen ince ince örülmüş senaryo ve görsel şölen evet evet bu uzun cümle bitmeyecek gibi duruyor. Kısacası bence Black Swan diyorum ve filmle ilgili aklıma başka bir şey gelene kadar susuyorum...

6 Ocak 2011 Perşembe

As you know

Birine iyilik yapmışsam, bil ki; asla karşılık beklemiyorumdur.

Ben peşin alırım çünkü
.

quest.net

Böyle bir olay var. Gidiyorsun, 1500lira civarı bir paraya neüdüğü belirsiz- ama koleksiyonerlerce değerli kabul edildiği iddia edilen- bir eşya alıyorsun ya da tatil ve olaya giriş yapmış oluyorsun. Buradan sonra da, quest.net e sokabildiğin kadar insanı sokup onların da 1500er lira verip sisteme giriş yapmalarını sağlayarak para kazanıyorsun.(ya da verdiğin parayı çıkarmaya çalışıyorsun) Onlar da aynı şekilde insan getiriyorlar...
İşte düdüklemeye dayanan bi sistem yani.

Benim bildiğim kadarıyla İstanbul'da Mecidiyeköy'de ofisi var bunların. Böyle merdivenaltı, abi evi tarzı bir sürü amaçsızın toplandığı bir yer. Seni buraya götürüyorlar beynini yıkayıp, sisteme girmen için. Bir tane "üst düzey" eleman geliyor. Mahmutpaşa'dan alınma pantolonuyla, çakma Ray-ban'ıyla sana haftada 10 milyar kazandığını söylüyor... Sonra sistemi anlatmaya başlıyor. Bir dosya çıkarıyor, bildiğin kırtasiyeden alınma sayfalı dosyalardan, içinde saçma sapan şemalar, fotoğraflar falan var. Şirketin asla reklam yapmadığını, bunun yerine insanların zincir halinde haberdar olmasını sağlayan bir sistemle çalıştıklarını söylüyorlar. Ama beş dakika geçmeden Formula 1'in sponsorluğunu yaptıklarını gösteren photoshop'lanmış bi fotoğraf çıkarıyorlar önüne.

Çok sıkıldım yazmaktan. Bildiğin enayi avlama işi yani. Buna giren insanlar kendi paçalarını kurtarmak için çevrelerindeki tüm salakları işe davet ediyor. Çünkü bu işi kabul etmek için salak olmak lazım. Neyse ki henüz o seviyede değilmişim.

Ama zaten bana çok ısrar etmediler. O pabucumun zengini bana en büyük hayalimi sordu, mutlu oliyim yeter, deyince hevesini kaybetti.

Not: bu olayı hatırladım çünkü bu dolandırıcıların sitesi resmileşmiş. Adamlara bir kaç ay önce polis baskını yapılıyor, dünyadaki üst düzey yöneticileri aranıyor... ama resmi siteleri var. Ne güzel.

5 Ocak 2011 Çarşamba

.

Depresyon hırkası gördüm düşümde
Yıkanmaya ihtiyacı var belli, hatta belki de inzivaya çekilmeye
Sordum; nasıl bir giysi olmak isterdin diye..
Ah, dedi. Milli görüş gömleği olabilseydim.

2 Ocak 2011 Pazar

Biri bana bitki çayı yapsın


Konuşmak isteyip konuşamamak çok kötü. Geçenlerde tercih olarak konuşmamaktan bahsetmiştim ama bu durum farklı. Sesim kısıldı, hem de hiç bir ses çıkmıyor. Birileri bir şeyler söylüyo, tutamıyorum kendimi konuşmak istiyorum ama sesim çıkmıyo, duymuyorlar. Tam rüyalardaki gibi.
Yarın da sesimin çıkması gereken bir gündü. Umalım ki yarına sesim çıkar.

1 Ocak 2011 Cumartesi

haya tokulu

2 Ocak 2010

seneye yılbaşı evde tombala oynuyorum...
belki kola cips falan
1 de de yatıcam.
sabahta gazete alır piyangoya bakarım..
bi gün mis gibi tatilden sonra
hayatıma devam ederim.

Gönderen duyguözbağcı zaman: 01:52
-----------------------------------------

1 Ocak 2011

seneye de evdeyim ama hangi evde?
;)