15 Şubat 2011 Salı

Hour of the wolf


Bu gece zamanı o kadar derinden usul usul hissediyorum ki...
Bir dakika, bir saat gibi geliyor diycem ama bir saat de o kadar uzun ki, sizin bildiğiniz bir saatlere benzemiyor.
Ve herşeyden önemlisi hayatla birbirimize darılmaca gücenmece yok. Sıkılmıyorum yani. Gözlerini kapatır denizin sesini dinlersin ya kumsalda, işte ben o hisse denizsiz, kumsalsız ve her şeyden önemlisi gözlerim açıkken vakıf oluyorum.
Nefes aldığımda ciğerlerimden parmak uçlarıma doğru bir titreşim yayılıyor, nefes verişimle tekrar dönüyorlar yerlerine. Ne garip bir his.
İyi değil, kötü değil zamanı böylesine hissetmek. Tam bana göre, benim gibi sıfatlandırma konusunda sorunu olanlara göre. Ulaşılmaz, boşlukta, uzayda gibi.

Buna sebep olan şey bir film. Gerçekten. Bir film izledim hayatım değişmedi ama gecem okadar uzadı ki... Siz inanmazsınız ama bu gece hiç bitmeyecek, sonsuza eriştim artık. Hem de koskoca filmin bir dakikasıyla başardım bunu. Ya da Bergman başardı bilemiyorum.
Hour of the Wolf'u izliyordum, Johan saatine bakarak bir dakikayı gösteriyor bizlere. Hissettiriyor yani. O bir dakika, hayatımın en dolu bir dakikasıydı sanırım. Filmi durdurdum o bir dakikanın bitiminde. Çünkü ben hala doyamamıştım o bir dakikaya. Ara verdim biraz ve filme devam ettim. Film fena değildi, esasında çok güzel bir film ama Bergman'ın diğer filmlerini düşününce fena değildi diyorum. Ama o bir dakika. O bir dakika hayatta yaşanmış ve filme çekilmiş en etkileyici bir dakika. Bunun için bile teşekküre değer.

Hiç yorum yok: